Çekirge olsa da kaçsam...

Oldum olası böceklerden korktum ben, çocukluğumdan beri... Mersin’de ‘danaburnu’ diye bir böcek vardı, akşam olup da ışıklar yandığında deli gibi uçar, paaaat diye masanın üzerine düşerdi. İçimden bir ses bu korkumun temelinin böyle bir karşılaşmaya vardığını söylüyor bana, belki bir EMDR terapisine gitsem kaynağına inilir...


Bu böcek korkum yüzünden neler gelmedi başıma... Evi mi terk etmedim, kendimi yanlışlıkla sokakta mı bırakmadım, tanımadığım insanları banyodaki hamamböceğini öldürmeleri için eve mi çağırmadım... Anne oluşumla birlikte birçok sivriliğim gibi bu da törpülendi, artık sivrisinekleri –zorunlu kalınca- terlikle değil elimle de öldürebiliyorum.


Benim böcek korkum bir iğrenme şeklinde değil, bir ‘mümkünse birbirimizden uzak duralım’ duygusu olarak ilerledi hep... Kelebekler çok güzel ama üzerime gelmesinler... Uğurböceği çok cici ama üstüme değil de ne bileyim, masaya konsun. Örümceği öldürmeyelim de sen al dışarı at pencereden. Çekirgeler... Hah işte orada dur.


Tüm böcekler alemi içinde en çok korktuğum böcektir çekirge. Kendisine saygı duysam ve yaşam hakkını sonuna kadar savunsam da hem yürüme, hem uçma hem de kontrolsüzce zıplama kabiliyeti olan bu arkadaşla aynı odada bulunmam bile söz konusu olamaz. Ancak geldiğim noktada hani neredeyse bu korku dolu karşılaşmalarımızı bile özleyecek duruma geldim.


Geçtiğimiz ay ailecek tatile gittik. Fethiye’nin Yanıklar Köyü’nde Pastoral Vadi adında bir ekolojik çiftlik. Çocukluğumun yazlarını hatırlatan bir tatil geçirdik orada, taze sütler, dalından meyveler... Keçiler, inekler... Ve tabii ki çekirgeler!


Sadece çekirge olsa iyi... Kahvaltımızı paylaşmaya gelen arılar, Pastoral Vadi’nin az ilerisinde bir başka mekanda rengarenk yusufçuklar... Bir akşam ortak mutfağın lavabosunda öyle bir böcek gördüm ki, böcek korkumu bilen ve bayılma eşiğine yaklaştığımı fark ettiğim arkadaşım ‘O böcek değil... O şey o, kaplumbağa...’ dedi. Anlayın artık ne kadar büyüktü!


Neyse, doğayı ne kadar özlediğimizi, aslında bu dünyayı ne çok canlıyla paylaştığımızı hatırlayarak döndük artık memleket dediğimiz İstanbul’a... İnsan İstanbul’un nasıl (çürümekte olan bir) kavanoz olduğunu ancak buradan uzaklaşıp geri döndüğünde anlıyor. Her yer ama her yer beton. Çocukların bile İstanbul’dan çıktığımızdaki ilk yorumu ‘Burası İstanbul değil, çünkü burada ağaç var!’ oluyor.


Ben İstanbul’a 21 sene önce geldim, o zamanlar bile Mersin’den gelişimde yeşiliyle büyülendiğim bir şehirdi (daha eski halini ancak fotoğraflardan biliyorum ve bakarken bile içim acıyor). Şimdi beton yığını dediğimiz Mersin’e gidince (ki oranın da portakal bahçelerine site üzerine site yaptılar) oranın daha yeşil görünmesi gerçekten acı veriyor. İstanbul’da artık nefes alınmıyor (Hele de Kadıköy’de yaşıyorsanız, şu Kurbağalıdere rezaleti yüzünden gerçek anlamda nefes alınmıyor)


Artık İstanbul’da sadece kaldırımlardaki hayvan kakalarına konan sinekler ve biz varız. Çekirgelerin çoğu yok oldu, geriye kalanlar da küstüler belki...


İnsan ne oldum dememeli, ne olacağım demeliymiş ya hani... Ben de diyorum ki çekirgeden korkuyorum, benden uzak olsun dememeliymişim. Az bi’ ağaç olsaymış da etrafımızda, varsın ben evin içinde çekirgeden kaçsaymışım demeliymişim...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Diyarbakirda yasiyan bir egeliyim yeşile inanamayacağınız kadar hasretim ama yaz başında çekirge istilasında oluyor buralar. Ne kadar korksamda asıl kötü olan çekirgelerin geliş sebebi buğday toplandıktan sonra tarlalardaki anızın yakılması. sonra adı verimsiz topral oluyor malesef
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.