Mutlu olamıyorum

Diane Keaton, bembeyaz döşenmiş kocaman yazlık evinde, denize karşı ağlayarak yeni tiyatro oyununu yazarken sadece bir tane düşündüğüm şey vardı... Bir insan böyle bir hayat sürerken kıytırık bir aşk yüzünden bu kadar nasıl dağılabilir? Ben o evde yaşasam, öyle bir hayatım olsa, istediğim her zaman şehirden kaçıp muhteşem yazlık evime gitsem, ne Keanu Reeves ne de Jack Nicholson moralimi bozabilirdi çünkü.


Hayat ‘Something’s Gotta Give’ filmindeki gibi asla olmayabilir... Neyse asla dememek lazım, belki de olabilir. Yine de bu filmlerin bize ne kadar uzak olduğu ile ilgili değil, hayatların uzaklığı ile ilgili. Tüm bunların yanında benzer bir şeyleri yaşayınca aslında hiç de öyle olmadığını görüyorsunuz.


Ben ne ünlü bir tiyatro yazarıyım ne de Hamptons’da muhteşem, bembeyaz ve deniz manzaralı bir evim var. Tüm bunlara rağmen çoğu insana göre sanki öyle bir hayatım varmış gibi algılanabiliyorum. Bu satırları Akyaka’da, yani şu hayatta en sevdiğim yerde, annemlerin evinin bahçesinde yazıyorum. Burası da benim Hamptons evim, her şeyden kaçıp buraya geliyorum. Tüm kış bunun için, buraya gelebilmek için çalışıyorum, hayattaki kariyer hedeflerimi Akyaka’ya göre planlıyorum. Bu yüzden de yazın 3 aya yakın kalıyorum ve evet, mutlu olamıyorum...


Menopoz çağına girmiş ama aşktan ümidini kesmemiş kadın gibi kadın olan Diane Keaton gibi mutsuzluğumun sebebi aşk acısı değil. Her bahçeye oturup yazı yazmaya başladığımda ve o tatlı akşam rüzgarı yüzüme yüzüme estiğinde hüzünlenmeye başlıyorum. Çünkü ben sürekli olarak İstanbul’a dönüşüme kaç gün kaldığını hesaplayıp üzülüyorum. Şu an bahçede olmam ve gayet mutlu olmam bile beni hüzünlendiriyor çünkü biliyorum ki İstanbul’a gittiğimde kafese giren kuş gibi eve kapanacağım ve bu saatleri, anları çok özleyeceğim. Ağustos ayına geldiği zaman başlıyor bu mutsuzluğum... Hatta Temmuz başında, buraya her geldiğimde Eylül’deki kendimi düşünüp kendi kendime nispet bile yapıyorum. Kendisine bir insan daha nasıl işkence yapabilir? İlla ki vücuduna halkalar takıp kendini tavana asmana gerek yok, kendi kendini kör kuyulara atmanın böyle yöntemleri de var işte.


Geçtiğimiz günlerde, bahçedeki sedirde yatıyordum. Bu sedirde yatmak aylarca beklediğim bir şeydir... Kimisi yazın denizden çıkmamak, kimisi lüks otellere kimisi de yurtdışına gitmek ister. Benim ise tek beklediğim budur işte. Sedirimde yatarken annemle babam geldiler ve yan komşu ile domates sosları, salçalar gibi klasik emekli konularına girdiler. Yaklaşık yarım saat onları dinleyip gözlerimi kapadım. O an hayatımın aşkı gelse, bana duymak isteyeceğim en güzel şeyleri söylese bile domates salçası en iyi nasıl olur konusu kadar mutluluk vermezdi, bundan eminim. İnsanın hiçbir şey düşünmeden, yapmadan, sadece çevredeki kendisi ile en alakasız şeyleri dinlemesi kadar büyük bir lüks yok diye düşündüm. Ve akabinde, evet doğru tahmin ettiniz, yine mutsuz oldum, hüzünlendim. Bu anlar neden bu kadar kısıtlı, dünyanın en basit şeyini isterken neden 75 karatlık gerdanlık istiyormuşum gibi imkansız geliyor diye isyan ettim.


Tıpkı hayran olduğum yazlık evinde ağlayarak tiyatro oyunu yazan Diane Keaton gibi olduğumu fark ettim. Zar zor tatil yapan, tatili hep sevimsiz ve kalabalık, kısıtlı bayramlara denk gelen insanların yanında, ailem Akyaka’da yaşadığı için çoğu insana göre ben de menopozlu Diane Keaton gibiyim... Birisine dönüş günüme 1.5 ay kala üzülmeye başlıyorum desem, hem manyak hem de aç gözlü olduğumu düşünür çünkü.


Tam bu satırları yazarken, annem bahçe salıncağından seslendi: “Bu salıncak sallanmasa çok sevineceğim, başım dönüyor!”





YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.