Aşkın Kanunu
Kaç aydır başucumda durmuş bana bakıyor. Bazen göz göze geliriz, “Tam şimdi sırası” derim içimden, sonra unutur giderim.
Geçen gece yorgun argın dönmüşüm eve, bir baktım aynı yerde boynu bükük beni süzüyor. Adı da çok hergelece doğrusu; “Aşkın Müfredat Defteri"… Çektim aldım durduğu raftan, yatağa uzandık birlikte, sayfalarını çevirmeye başladım…
“Kitap, içimizdeki donmuş denize karşı bir balta görevi görmelidir” demiş ya Kafka… Vallahi Şule Erden’in kitabı kadife saplı bir balta gibi gömülüverdi içime.
“Artık aşkın anlatılacak nesi kaldı?” diye düşünen benim gibi, bu konuda kabuk bağlamış bir bünyedeki buzlara bile ilaç gibi geldi.
Şule Erden, kitabında fantezi ile gerçeği öyle bir harmanlamış ki, ‘aşkın kanunu’nu yeniden yazmış adeta. Onun ki; ‘bütün kavramların sebebini’ aşk olarak açıklayan bir teori. Aşkın özüne ve açmazlarına bambaşka boyutlar getiriyor.
Bu bir roman aslında. Hikaye, 2008 yılında, 2012 yılındaki geleceği ile bağlantı kuran Mina’nın hem kendi, hem de insanlığın ortak kaderiyle yüzleşmesiyle başlıyor. Şule’ye göre aşkın 9 kapısı ve 40 eşiği var ve aşkın açtığı kapı yanlış olamaz. Yanlış, o kapının ardında yaşayacaklarımız ve yaşatacaklarımız.
“Aşk, size bazen kapıları açar, bazen sizi eşiklere getirir…” diyor Şule Erden.
"İnsan, birine aşk duyduğunda kapılardan birini ya da birkaçını açmış ya da eşiklere ulaşmış demektir. Ancak açtığı kapı ya da kapılar, birlikte olmalarına yetmeyebilir! Örneğin, Tutku kapısını aralayarak aşk’a girmiş biri, Cesaret kapısı kapalı olduğundan geri çekilebilir.”
Bu kapı teorisi üzerine çok mavra yapılabilirdi ama biraz düşününce ve yazarın verdiği örneği okuyunca onun haklı olabileceğini anlıyor insan. Mesela tutku kapısı açık ama sabır ve sadakat kapısı kapalı bir erkek ile tam tersi bir kadın düşünün.
Biri yalnızca sadık kalarak, diğeri ise yalnızca tutkuya sarılarak aşk’ı sürdürebileceğini sanıyor...
Bu durumda, birlikte yeni kapılar aralayabilmeleri imkânsız, ve birbirlerine acı deneyimler yaşatmaya devam edecekler; eğer kapalı kapılarını açmayı beceremezlerse!
Peki bu kapılar nasıl açılıyor? Bazıları neden hakediyor aşkı? Gözümüze çirkin görünen kadınlar, tombiş, şişko erkekler, ya da sivilceli gençler nasıl da mutlu bir şekilde yaşayabiliyorlar aşkı. Şule, sayfaları arasında bunun da yanıtını çok değişik bir biçimde veriyor “Onların şansı, aşkın ortak bilince katkılarında gizlidir” diyor. O güzelim cümlelerini bozmaya kıyamadığım için aynen buraya aktarıyorum.
“Seslerini duyuyordum... Var oluştan bu yana, acıyı ve hazzı en şiddetli yaşayanların çığlıklarını... İhanet acısı yüzünden kendini gazla zehirleyen o yazarın; Silyvia Plath’in... Virginia’nın, Bronte’nin, Goethe’nin... “Marsell!” diye inleyen Piaf’ın, ‘Aslı!’ diye inleyen Kerem’in... Paris’teki kuleden atlayan âşık cücenin, Mısır’da zehri içen prensesin... Ve sevişenlerin, kırılıp dökülenlerin, aşktan delirenlerin çığlıklarını! Hepsi bendim sanki ve binlerce yıldır tutulan aşk kayıtları, bilincimdeydi... Aşk, bunun adına, ‘Ortak Aşk Bilinci’ diyordu, yani kısaca O.A.B...”
Kısaca diyor ki Şule Erden, İnsanoğlu aşka dair ne yaşamışsa, ortak aşk bilincimize kayıtlı. İnsanın aşka eklediği her şey de ortak aşk bilincimizin verileri olmuş. Bütün bunlardan sonra bir de beni uçuran şu cümleyi yazmış: “Yani bir anlamda Aşk’ın içinde, hepimizin telif hakkı bulunuyor!”
Sabaha karşı kitabı kapattım. Okuduğum satırlar arasında “Aşkın tanımsız oluşu da bu yüzündendi, bir ‘karma’ oluşundan… Yeryüzünde yaşadığınız tüm deneyimlerin başı, sonu ve toplamı AŞK'tır...” cümleleri kafamda dönüp dolaşıyordu.
Sonra bundan aylar önce, yaprakların döküldüğü bir eylül günü yazdığım yazı geldi aklıma. Uyku derseniz zaten başka bir geceye kaçıp gitmişti. I-pad’ime uzandım, neler yazmışım diye bir baktım… Sonra “Vay be” diye mırıldandım okudukça… Fena da değilmiş hani…
“Öyle çok değil… Birkaç hafta kaldı… Sonbahar geliyor… Ne zaman ki çisil çisil bir yağmur başlar, ne zaman ki dökülür yapraklar dallarından…
İşte o zaman, aşk zamanıdır dostlar…
Ama dış dünyada ne fırtınalar koparsa kopsun, insanoğlunun iç dünyasındaki bir numaralı özel gündem maddesinin aşk olduğunu biliyorum… Çünkü aşk, enerjinin en pozitif hali… Aşk, ruhumuzun yapı taşı ve bizim ruhsal enerjimizdir... Dışarıda yaşanan her şey, yaşam senaryomuzun bir figüranı sadece…
Aşk ve acı kelimeleri aslında yan yana gelmemeli. Çünkü aşk acı veremez. Zeytinyağının kaynaması demek gibi bir şey bu. Zeytinyağı buharlaşır ama kaynamaz. Aşk da acı veremez...
Acı veren başka bir şeydir. Aşk yaşatır, coşturur, ilham verir, yaratır.
Evet, sonbahar yaklaşırken benim de aşkım geldi. Ruhumun yapı taşı yine çekiyor beni…
Zaten ne demişti Edip Cansever; ‘Bir şeye karşı koymaktır günümüzde aşk.'
Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi. iPad’i kapatırken pırıl pırıl bir güneş doğuyordu…
Şimdi de yaz geliyor işte…
Gelse mi acaba ‘aşkım’, gelse de, bu teliften biraz da ben yararlansam mı?
YORUMLAR