İç dökümü
“Doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son…”*
Sabah ezanıyla uyandım. Saat 04.54. Bu sabah güzel olanı yitirdiğim anlardan sonra gelen tanıdık bir hüzün hissediyorum. Hüznüm bu sabahta kalsın; ben sizi, 28 Mart 2022 gecesine götüreyim. Oğlumun doğduğu günün gecesi. Hastane odasındayız. Annem, eşim, ben ve Bozkurt bebek. Odanın içinde bir tane saat çalışıyor: tik tak, tik tak, tik tak. Bir de hırıltısı dinmeyen bir nefes sesi duyuyoruz. Önceleri odanın içinde bir cihazdan geldiğini sanıyorum, ses dinmeyince dikkatimi oğluma veriyorum. Minicik burun delikleri bir kelebek kanadı gibi titriyor. Hemşire hanıma sesleniyorum, burnuna müdahale ediyor, oğlum biraz sakinleşip uyusa da kelebek kanatları titremeye devam ediyor. Nasıl yapmalı bilmiyoruz. Kerem durmaksızın ağlıyor, bedenimde derman yok, o ememiyor, ben emziremiyorum.
Daha önce hiç duymadığım bir koku var odada: Kerem’in kokusuyla birbirine karışmış kolostrum denen ağız sütü kokusu. Antibiyotikmiş bu süt, doğum sonrasında gelen ilk 4-5 gün salgılanırmış. Tadı da, kokusu da kendine has; görünümü sarımsı ve kıvamlı. Keşke içirebilsem diyorum, keşke…
Sabah ezanını hep birlikte dinliyoruz: Annem, Ertuğrul, ben ve Bozkurt bebek. Gece uzun sürüyor, hepimiz için bir ilk; bir yeniden doğum. İyi ki annem burada, yoksa ne yapacaktık diyorum içimden. “İyi ki buradasın sevgilim” diye sesleniyorum eşime. Ertuğrul elimi avuçlarının içine alıyor; sakinleşiyorum. Hep birlikte sabah ediyoruz geceyi. Günün erken saatinde doktorlarımız kapımızı çalıyor, Kerem’i muayene ediyorlar. “Bozkurt bebeği biraz yanımıza alacağız annesi” diyor, üst kata götürüyorlar. Bu aralıkta bir müddet uyumuşum. Uyandığımda öğreniyorum, Kerem’in crp değeri olması gerekenin çok üstündeymiş. Hamileyken bir enfeksiyon geçirmişim, bu enfeksiyon Kerem’e de bulaşmış. Kerem’in kanındaki enfeksiyon akciğerlerini tahriş etmiş ve yoğun bakım ünitesine yatırılması gerekiyormuş. Yoğun bakım ünitesi denildiğinde hayalimde canlanan imge, beyaz ışıklar içinde bir odada tek başına yatan bir insan. “Orada yalnız mı kalacak?” diyorum, boğazıma bir çift el sarılıyor sanki. Sıcacık karnımdan yeni çıktı daha. Ten tene temas çok önemlidir deniyordu. Orada kaç gün kalacak? Ertuğrul’a sarılıyorum. Tek istediğim beni sıkı sıkı sarması ve “her şey yolunda” demesi. Yüzüne bakıyorum, bir damla yaş süzülüyor sağ gözünden…
“Hemşire hanım, oğlumuza yoğun bakıma kadar eşlik edebilir miyiz?”
Asansörden birlikte çıkıp koridordan birlikte geçiyoruz. Kerem’i kuvöz içinde yüz üstü yatırmışlar, henüz başını kaldıramıyor, gözleri yarı açık, yarı kapalı. “Yanındayız oğlum, buradayız, seninleyiz.” Kerem’i yoğun bakım hemşirelerine teslim edip odamıza dönüyoruz.
İnsanın, insana güvenmeye ihtiyacı var. Birbirimize canımızı emanet ediyoruz, işlerimizi de bu bilinçle ve mümkünse sevgiyi, şefkati de taşıyacak şekliyle sürdürmemiz kıymetli. Hangi alanda çalışıyorsak çalışalım, sözcük kullanmasak da gözlerimizle ve hâlimizle anlatmaya devam ettiğimizi fark etmemiz lazım. Buraya kadar olanlar bir rüya gibi. Payımıza güvenmek düşüyordu. Hemşire hanımın gülümsemesine güvendik, doktor beyin bilgisine güvendik ve Allah’ın yarattığı can için en iyisini isteyeceğine güvendik.
Annem, Kerem için sırtında isminin yazılı olduğu bir tulum, bir battaniye ve şapka diktirmişti. Odamıza döndüğümüzde yatağın üzerinde Kerem’in üzerinden çıkan tulum, zıbın ve battaniyesi duruyordu. Kıyafetleri oğlum gibi kokuyordu. Annemi ve babamı eve gönderdik, Ertuğrul ile birlikte hastane odamızda beklemeye başladık. Sezaryen doğumun ardından ağrıya rağmen minik adımlarla yürüyüş yapmak dikişlerin iyileşmesini hızlandırıyormuş. İki buçuk üç saatte bir süt sağmam gerekiyordu. Hemşire hanım süt sağma makinasını kullanmayı gösterdikten sonra, süt sağımına başladık. Saatimizi kuruyor süt sağımı yapıp koridorda birkaç tur atıyorduk. Akşamüstü, sağlık ocağında takibimizi yapan Seda Hemşire’m aradı. “ Necibe hanım haberinizi aldık, hoş gelmiş Kerem, tebrik ederiz sizi” dedi. “Hemşire’m, Kerem yoğun bakımda” dediğimde bana ömrümce unutamayacağım sihirli bir şey söyledi.
-Kerem’in üzerinden çıkan kıyafetleri yanınızda mı?
-Evet hemşirem.
-Sütünüzü sağarken kıyafetleri göğsünüzün yanına koyun, Kerem’in kokusunu duymak süt kanallarınızı uyaracaktır, sütünüzü arttıracaktır. Kerem’in yanında bir kıyafet var mı?
-Kuvözde çıplak duruyormuş lakin şapkası başında dediler.
-Başka bir şapkayı göğsünüzde tutun, sizin kokunuz şapkaya geçsin. Sonra şapkayı Kerem’e ulaştırın. Sizi yanında hissedecektir.
-Var olun hemşirem, eyvallah.
Geceye kadar yanımda tuttuğum şapkayı sütlerle birlikte teslim etmek için yoğun bakım ünitesine götürdü Ertuğrul. Bir zaman sonra geldiğinde elinde başka bir şapka vardı:
“Annesi Kerem’in sana selamı var” diyerek uzattı elime. Şapkasını aldım, kokladım…
Ertesi sabah hastaneden çıkarken bahçedeki kuşlarla konuştum: “Kerem kuşuma haber götürün, ondan bize haber getirin.”
Eve döndüğümüzde üç saatte bir süt sağmaya devam ettik. Saat kurup kalkıyor, sütümü dualar eşliğinde sağıyorduk. Bu ritüelimiz günlerce sürdü. Dilimiz “ya Şafi” dedikçe ikimizin de gönlü genişledi. Birbirimizle ve yaşamla olan muhabbetimiz çoğaldı.
Her gün süt teslim etmeye gidiyor, 15 dk süreyle içeriyi görebiliyorduk. Meğersem tüm bebekler yan yanaymış. Pembe pembe tenli, erken doğan, sarılıktan veya bizimki gibi enfeksiyondan dolayı orada bulunan bebekler.
Oğluma hamileliğim boyunca, devlerin yenildiğini fısıldayan Çiğdem Çiçeği masalını anlatmıştım. Çember olmuş bebekleri görünce “oğlum sen de arkadaşlarına Çiğdem Çiçeği mi anlatırsın? Belki de bu yüzden buradasındır” dedim. Beni duyduğuna eminim. Günler böyle geçti, pencereme kuşlar kondukça sevindim. Kerem’in üzerinden çıkan kıyafetleri yastığımın yanında tuttum, yıkamadım.
Günler böyle geçti; bazen ağladım, bazen uyudum, bazen sustum.
Kerem’in doğumunun ardından gelen sekizinci gün bizi hastaneye çağırdılar. Yanımızda puset getirmemizi söylediler. O gün bahçemizdeki ağaçlar beyaz gelinlik giymişti. Güneş zarifliğiyle parlıyordu. İçimiz içimize sığmıyordu. Sıcacık gülümseyen yenidoğan hemşiremiz, Kerem’i ellerimize teslim ederken “annesi, Bozkurt bebek temas seviyor. Ona hep sarıl” dedi. Bir senedir sarılıyorum oğluma. Bu sekiz günde kalbimiz büyüdü, büyüdü, büyüdü; sevmeyi ve özlemeyi bilen şefkatli bir ev hâline geldi. Bu süreçte anne babalığa hazırlandık. Bizi büyüten ve kalbimizin yerini öğreten bir sınav verdik. Dilerim verdiğimiz en zor sınav bu olsun.
Doğumdan sonraki ilk sene çok zorlandığımı söylemek isterim. Bu bir insanın sorumluluğunu almanın ötesinde bir hâl. Anlatıcılık ve sanat derslerim, sofrasında muhabbetini dinlediğim maneviyatı kuvvetli güzel insanlar, serzenişimi dinleyen dostlarım, yan yana sustuğumuz eşim ve gözlerinde dinlendiğim oğlum sayesinde sakin ve dengede kalabildim. Bu süreçte anlıyorum ki; yasakların, utançların, endişelerin ötesinde bir yerde buluşup birbirimize destek olmalıyız. Hepimiz birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız. Ancak kendine özgürlük tanıyan biri bir başkasının özgürlüğüne şefkatle destek sunabilir. Yazarak, çizerek, dans ederek, yemek yaparak… Hiç fark etmez. Kendi yöntemlerimizi keşfedip kendi sağaltımımızı sağlamayı ihmal etmeyelim. Anlatmanın hafiflettiği bir yaşam mümkün. Doğumdan sonraki ilk hafta bizim kutsalımızdı. Bu yazıyı sizlere kutsalımızdan yazdım. Deneyimlerimiz bizim hazinemizdir. Hamileyken böyle bir seslenişi okumak sanırım bana yuvamda hissettirirdi. Yine de yazıyı tamamlarken üzerime bir çıplaklık hissiyatı geldiğini, biraz utandığımı söylemek isterim. Yazıyı gözlerinize teslim ederken İnşirah Suresi’nin 5. ayetiyle tamamlayacağım.
“Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır.”
Sevgilerimle.
YORUMLAR