Karadut
"Evlerinin içi ayna döşeli
Benim aşkım binbir köşeli ah"*
Evimin içinde bir odam vardı, mabedim. Odamın içinde siyah bir masam vardı. Bu masa gecelerime ve gündüzlerime eşlik etti. Bu masada yazdım, çizdim, hissettim; kabuklarımı soydum, özüme yaklaştım. İnsanlar dinledim burada, insanlara anlattım. Sustukça konuştum bu masada. Duydum, duyuldum, büyüdüm.
Duvarımda ellerimle çizdiğim; içimi bazen meltemin ılık esintisi gibi, bazen yasına yaslanmış kavak dalları gibi, bazen yarlardan salınan suyun dökülüşü gibi akıttığım el çizimlerim vardı. Ellerim... Ömrümün en tutkulu zamanlarını nakşettiler kağıtlara. Ben yaşadıkça, çizdikçe, anlattıkça bir senede olgunlaştı ellerim. Sezgilerim kendini ellerimle ifade etti, ben çizim yaparken kendini duyurdu bana. Oğluma gebe olduğumu, ellerimle el çizerken hissettim bedenimde. İnsan evine gelen misafiri fark ederken bedenine yerleşen ikinci bir kalbi nasıl tanımasın? O günlerde ellerime tutmayan kınalar yakmıştık kız kardeşimle. Tutmayan kınaların izleri duruyordu tırnaklarımda. Günlerden bir gün masamın üzerindeki beyaz kağıda avucuna kına yakılmış eller çiziyordum, bir yandan da gelin tasında karılırken buram buram kokan gelin kınamı düşlüyordum. Öyle odaklı, öyle orada, öyle kaybolmuştum ki bir anda kalbimin etrafını bir başka kalbin kucakladığını hissettim. Sanki sallanan bir salıncaktan aşağı sallanırmış gibi kesik bir nefes çektim içime. Evmişim ben, o anda anladım.
Bu yazıyı yazarken bodur bir dut ağacının karadutlarından atıyorum ağzıma. Parmaklarım dut moru oldu. Bir yanda rüzgar esiyor, yapraklar salınıyor; öte yanda ben karadut yiyorum, ellerim boyanıyor. Ellerimin renkliliğine gülüyorum. Derken sağ elimdeki tırnaklarımın ucuna takılıyor gözlerim. Tırnaklarımın ucundaki geçip gitmeyen kınaları fark ediyorum. Tutan ve geçip gitmeyen... Hayal sandığım bazı anların gerçekliğini fısıldıyor bana tırnaklarımdan silinmeyen kınalar. Rüzgar şiddetini arttırıyor, hava kararıyor, üşüyorum, dünyada hiç kimsem kalmamış gibi yalnız hissediyorum. Uzaklarda şimşekler çakmaya başlıyor, uzaklardaki şimşekleri izliyorum. Sonra şimşekler yakınlaşıyor, istemsizce uzatıyorum ellerimi uzaklara. Ellerimle şimşeklerin kavuştuğu yerde, sağ elimin tırnaklarından içeri yağmurlar yağmaya başlıyor. Böyle bir kavuşma daha önce bir kez daha yaşanmış da şimdi tekrarıymış gibi. Çölün ardından gelen bir Han'da konaklayıp suya kavuşmuş gibi. Tereyağlı yumurtanın kokusuyla karın doyurmuş gibi. Bir nakkaş aynı gece üç kere ölmüş de yeniden geri dönmüş gibi. Yaşananlar aslında hiç yaşanmamış da kadim zamanlardan bir masalmış gibi. Masal masal olalı böylesi anlatılmamış gibi. Anlatılırken âşıklar semaya durmuş gibi.
Rüzgar şiddetini arttırıyor, bluzumdan içeri girip sırtımı üşütüyor ve ben bodur dut ağacının altında oturduğumu hatırlıyorum. Üstüm başım karadut lekesi olmuş, fark etmemişim.
Karadutum çatalkaram diyorum ağaca, aşk hem lütuf hem lanet öyle değil mi? Dostluk, bir başka ruhu senin bile ayak basmaya kıyamadığın kutsal toprağına davet etmek değil mi? Peki ya bir cana ev olmak, aş olmak, yoldaş olmak, öğretmen olmak? Seninle benzer yanlarımız var. Senin dallarından meyvelerin taşıyor, benim bedenimden sütüm. Kuru dalların her bahar meyveleniyor, içtiğim suyu süt yapıyor bedenim. Bu mucizeye nasıl alışabiliyoruz? Her gece sütümle beslediğim oğlumun dişleri, bugünlerde diş etlerini yarıp ortaya çıkmaya çalışıyor. Diş etleri kaşım kaşım kaşınıyor, sızım sızım sızılıyor. Benim sütüm ona şifa oluyor biliyor musun? Bir de senin karadutların. Babaannesi karadut yedirmiş de diş etleri rahatlamış. Üzerine deliksiz bir uyku çekmiş evladım. Karadutum, sen ne güzel bir anasın. Doğanın doğurduğu börtü böcek seni ev biliyor, aş biliyor, sırtını dayayacak dağ biliyor. Dağ dedim değil mi? Öyle ya, bozkırın göbeğinde boz dağların arasında nefesleniyoruz birlikte. Boz dağlar çatalkaram; mert duruşları, ayazı sırtlayışları, kahverengi bakışları...
Yaşamadan yazılmıyor karadutum, dinlemeden duyulmuyor, yola çıkılmadan varılmıyor, emek olmadan yuva kurulmuyor. Senin ne işin var buralarda mı diyorsun?
Gözleri kahverengi adam tuttu ellerimden "Ben sana buğday olacağım, sen bana deniz ol." dedi. "Ben sana dağ olacağım, gel omuzuma yaslan." dedi.
Yaslandım karadutum; sonra ellerim buğdayı öğüttü, unundan ekmek pişirdi. Sonra bir oğul çaldı kapımızı, emanet bildik, kucakladık kalbini. Şimdi buğdaylar biçiliyor, leylekler yuvasını kurmuş. Biz de bozkırın, denizin, güneşin, dağın bir harman olduğu yeni bir diyara göçmenin hazırlığındayız. Buradan sonrasını yaşamadık, yalnızca umut edebiliriz. Dua edebiliriz. Kırk yıl hatırımız olan insanlar unutmasınlar bizi. Unutmasın kalbim.
Otuzlarımda bir kadınım şimdi. Ev olmayı, aş olmayı, dağ olmayı, yol olmayı, yok olmayı öğrendim. Kutsal topraklarımda bir çöl var, zamanın bir yerinde bir Han'a doğru yürüyen bir kadın var. Kendi sonsuzluğunda yaşanan bir masal orası. O masal benim tılsımım, tılsımlar korur bizi.
Evimin içinde bir odam vardı, mabedim. Orada yeniden bir el çizersem parmaklarıma dut lekesi bırakacağım. Karaduttan kalan mor bir leke. Karaduttan gelen mor bir ayna. Yakında ayrılacağız bozkırdan. Sen içimin bozkırında meyve veren karadut, tılsımlar evini korusun.
*Köşe, Sezai Karakoç
YORUMLAR