Şeb-i Yelda
"Tekrar yaşamama izin ver."*
İnsanın kendini ifade etme arayışı, insanlık tarihi boyunca var olmuştur. Mağara duvarlarına av hikâyelerini çizerek anlatan atalarımız, "tüm varlığım karanlık bir ayettir benim" diyen Füruğ, hayallerinin peşini bırakmayan Don Kişot'u hayal eden Cervantes yahut konuk günlerinde annesine bakkal bisküvisi alan çocukları yazan Füruzan...
Kimi insanlar yazarak, kimi resim yaparak, kimi hikâye anlatarak, kimi zeytin fidesi aşılayarak, kimi memuriyetinde hizmetini en iyi şekilde sunarak ifade etmiştir kendisini.
Toplumda kabul gören formlarda üretim hâlinde olmak nispeten kolaydır. Fakat sanatsal üretimlerde bulunmak çağlar boyunca cesaret istemiştir. Bilinmeyen yollara girmek ürkütmüş; özgün sesleri ve fikirleri duyurmak, insanın kendi içindeki engellerle çarpışmasını gerektirmiştir.
Engel tutkudan büyük ise insan, kendi konfor alanında yaşamaya devam etmiş ve belki sessizliğe gömülmüştür. Kalemi, fırçası, kelimeleri susmuştur lakin bedeninde ve ruhunda çeşitli hastalıklar kendini göstermeye başlamıştır.
Tutku engelden büyük ise iki durumla karşılaşır insan: Ya kalemi, fırçası, kelimeleri, elleri anlatmaya başlar ya da Godot'yu bekleyerek** kendini oyalar. Godot geldiğinde yazacağına, çizeceğine, üreteceğine ikna eder kendisini. Hatta der ki, "Godot gelsin de birlikte üretelim." Oysa bu bir yanılsamadır. Godot gelmez, zaman geçer ve aslında doğmak isteyenler sessizliğe mahkum edilirler, yine.
Dünya doğamamışların ve doğuramamışların diyarı haline gelir. Varsıllığın içinde yoksulluğu yaşar insanlık. Ben, yoksulluğun içinde varsıllığı bulmanın yollarını analıktan öğrendim.
Analık dedi ki:
"Biz şefkatin hüküm sürdüğü topraklarda büyümedik. Toprak, safi anamız olmadı bizim. Hem aşımızı verdi hem de sığındığımız, yaralandığımız, vazgeçemediğimiz ve lanet ettiğimiz bir yer oldu bizlere. 'Kara toprak' dedikçe karardı ellerimiz. Ayın şavkının vurduğu gecelerde ayaklarımız çıplak, paçalarımız ıslaktı. Biz çocuk olmayı bilmedik. Doğduğunda şans eseri hayatta kalanlarız biz, bebekliğimizde ayağımızdan bağlarlardı ayak altında gezmeyelim diye.
Eski toprağız biz; bizim dizlerimizin derileri, sırtlarımızın yaraları, belimizin ağrıları toprağımız kadar eski. Sen sen ol, altın bileziğini çıkarma bileğinden. Kapalı kapılar arkasında ne hayatlar yaşanır, dumanı tüten bacaların çatılarının altında hangi hikâyeler anlatılır? Öyle yorgunum ki, bildiğim tek şey yorgun olduğum. Gece çok uzun kızım, bu güneş ne vakit doğacak? Zühre yıldızı yüzünü göstermeyeli çok zaman oldu. Alacakaranlıkta kaldık da sabah yıldızını selamlayamadık. Gece çok uzun kızım. Geceler masalların yeridir. Biz masalları yaşadık, anlatamadık. Ben anlatamadım, hastalandım. Sen anlat, iyileş. Sen anlatmayı öğret, iyileşelim."
Masallarım, hikâyelerim, rüyalarım; nefesim, sesim, kelimelerim benim varsıllığım oldu. Anlattım, anlatmayı hatırlattım; iyileştik.
Zemheriydi. "Kimi kapalı kapıların ardında zaman daima yelda gecesidir." düşüncesiyle içim üşüyordu. Soğuğa çıkmak istedim. Dışarının soğuğu içimi kavrasın istedim. İçimin dışavurumu gibi, anlaşılmışım gibi, dünyayı anlamışım gibi. İçimi de aldım, yürüyüşe çıktım. O an gelen bir haberci ile soğuk kadar gerçek bir hatırlatma yaptı dünya ana. İçten içe rüyalaştırdığım o haberi hatırlattı. "Kanser, dostumuzun evine konuk oldu." Daha birkaç gün önce, kanseri evinden henüz uğurlamış, yüzüne yaşanmışlığın tebessümü yerleşmiş bir başka dostumun yorgunluğuna sarılıp uzun uzun uyumuştum. O uykunun rüyası sanmak istediğim bu yeni haberin gerçekliğini kavramak için uzun bir süre ensemi kavrayan soğukla kaldım.
"Burdayım dostum, dünyada, yanında. Biz senin ejderhaları yendiğini, devleri alt ettiğini anlattığın masallarda defalarca dinledik. Dev anasının memesinden süt içip önce ona evlat olmayı, sonra ona 'bizim yollarımız ayrı' demeyi bilirsin sen. Sevgili dostum, annenden gelen bilgelik senin süt kanallarına, kan damarlarına yerleşti. Sen annenin sezgisini tanır, sönmekte olan ateşi harlamayı bilirsin. Yelda zamanı şimdi. Olsun, sen şamdan yakmayı da biliyorsun, zühre yıldızı ile de tanışıyorsun. Olsun, sen kurtlarla koştun, kemiklere şarkılar söyledin; en uzun gecenin sabahında analığın bilgisini, gecenin bilgisini, şifanın bilgisini kendi özünden paylaşacaksın bizimle. Masalcıların anası Şehrazat gibi. Ölüme yâr olan, ölümden yaralanan ve kara toprağa zühreyi yeniden çağıran; bunun için önce yara izinin açtığı kapıdan çıplak ayaklarıyla içeri giren analık gibi."
Bir bardak sıcak çay aldım avuçlarıma, yudumlarken genzimi yaktı. Yakışını sevdim. "Ölüm var, ölüm var, ölüm var." Böyle diyordu her bir yudumun dudaklarıma her bir dokunuşu. "Yaşam var, yaşam var, yaşam var." Bunu da söylüyordu sıcak çay, ağrıyan boğazıma yudum yudum temas ederken... "Peki." dedi bardağı kucaklayan avuçlarım. "Peki, biz kökleri toprağın altını, dalları göğün yedi katını sarmalayan yaşam ağacıyız. Peki, biz yârdan yâre haberi uçururken adına türküler yakılan turnalarız. Peki, biz bütün kadınları kurtarmak için ölümün güvenini kazanan, bunu yaşamı fısıldayan hikâyeler anlatarak yapan Şehrazat'ız. Anlatmaya geldik bu âleme, anlamaya geldik, ânın içinde saklı bilgeliği yudumlayıp sözcüklerimizle ve nefesimizle hatırlatmaya geldik. Sevmeye geldik bu âleme, sevilmeye geldik. Yağmuru pencere önünden izlerken bir anda koşarak dışarı çıkıp sırılsıklam ıslanmaya geldik. Yetmişimizde zeytin dikmeye geldik, çocuklarımıza kalsın diye değil, zeytinin yaşamına yarenlik etmek için."
Yarenliğin yaşı olur mu? Türü olur mu? Sahi neydi yaşamak? Yağmuru izledim, kurşun kalemin küçülmüş ucunu sivrilttim ve yazdım. Hep mi gurbette hissederek geçecek ömrümüz? Evim neresi? Biliyorum artık neresi... Evime döndüm. Gurbetten geldim. Bu sakinlikte oturup bir demlik çayı yudumlayacağım, içimdeki henüz son bulmuş savaşın izlerini sevgiyle izlerken. Yönümü bulmam için hastalanarak kendini hatırlatan bedenim, sana teşekkür ederim. Yalnızca merhemleri derime sürüp geçmesini beklemediğim için bedenimin bana anlattıklarını duyabilmek için verdiğim emeğe, cesaretime, azmime, derinlerine çağıran ruhuma... Ve zühre yıldızının ışığına teşekkür ederim.
Analık bana sezmeyi öğretti. Derimdeki yara izi kapısını açmayı, derine dalmayı; bedenime, ruhuma, kalbime, aklıma kendi gözlerimle bakmayı öğretti. Orada bir savaş gördüm. Sonra barışı içime davet ettim. Barışın gelmesi için de şefkati, sevgiyi, kucaklamayı, özgürlüğü, ışığı davet ettim. Davetlilerim bir bir geldiler. Topraklarıma dokundular, kutsal bir alan oluşturup etrafını çitlerle çevirdiler. Kapısına girilmez tabelasını çaktılar. Sonra tahrip olan yerleri bir bir onardılar. Buraya "evim" dedim. İyileştim. Dünyayı; dünya ananın değil, annemin değil, anneliğin gözleriyle değil, kendi gözlerimle görmeye başladım.
Bazı geceler diğerlerine nazaran daha uzundur. O gecelerin toprağında hem yara, hem de şifa bulunur. Şeb-i Yelda'yı az evvel uğurladım. Gün ışırken bir demlik çay koydum ocağa. Şimdi yarayı bilen ruhumla dostlarımın yasını paylaşıyorum.
*
**
Godot'yu Beklerken, Samuel Beckett
YORUMLAR