Buhurumeryem
Ne cesur ve güzeldi
Gözünün içi gülerdi.*
En derin korkularım beni esir almış. Işığım ve karanlığım çetin bir savaş hâlinde. Böylesi iç savaşlar insanlık tarihi boyunca yaşanmıştır. Çocukken bu iç savaşla mücadele edecek, onu barışa erdirecek kalıcı çözümlerim yoktu. Zaten bir çocuk böylesi bir savaşı barışa erdiremez. Fakat kendini korumak için bir çözüm geliştirebilir. Sevgili Necibe'nin uyumayı seçmesi gibi. Saatler süren derin uykular... Nerede bir soba görsem hemen yanındaki mindere, koltuğa, yastığa iliştirirdim başımı. Nerede bir kavga olsa, ağırlaşırdı göz kapaklarım. Ortaokul dönemlerinden sonra ne zaman önemli bir sınav olsa, öncesinde hangi ara uykuya daldığımı bilmediğim ve saatler boyu niçin böyle derin uykulara çekildiğimi anlayamadığım yıllar geçirdim. Bir anımı hatırlıyorum. Bebeklikten çocukluğa geçeceğim evrelerden birinde halının üzerine uzandığımı ve kendi kendimi telkin ettiğimi: "Bunlar gerçek değil ki. Tüm olanlar bir rüya..."
Evet sevgili okuyucu, ben tüm ömrünü rüya ve gerçek arasındaki bir köprüde yürüyerek geçiren bir yolcuyum. 32 senenin çabasıyla, şimdi bir çırpıda yazılıvermiş bu cümlenin boğazımdaki düğümünü biraz hissedeyim.
-Gerçeklerden kaçıp uykunun koynuna niçin saklandın Necibe?
-Söyleyeyim.
Dünya acının, küfrün, saldırının ganimet sayıldığı bir yer. Bazı insanlar bunları en değerli hazineleri sayıp yanından ayırmıyorlar. Özgün fikirlerin, renklerin, canlılığın ifadesine izin verilmeyen bir coğrafyada hassas ruhlu, incelikli bir çocuk; korunma yolunu saklanmakta bulur. En derin korkularımdan bazıları fark edilmek, görünmek, ışığımı paylaşmaktır. Nerede duygularımdan, fikirlerimden bahsedersem orada suçluluk ve utanç, tırnakları uzun bir pençe gibi beni ensemden yakalar. Bu yaşıma dek güzel projelerin içinde yer aldım, fark yaratan işlerin bir parçası oldum. Pek çoğunun başarısını üstlenmedim, benden başka birisinin emeğiymişçesine kendi gözümden kenara çekildim. Her biri bir rüyaydı ve ben zaten yoktum.
Hikâye anlatmakta başarılı biriyim. Hayatı zaman zaman bir hayal ürünü olarak algılayan çocukluğum sayesinde hayalde canlandırılan bir diyarın yaşantısını kolaylıkla bugüne taşıyabiliyor; gözler önüne serebiliyorum. Hikâye anlatıcısı olmak için bu yola girmedim sevgili okuyucu, şifa yolculuğumda kendimi iyileştirmek için masallara çekildim. Bazı masalların imgeleri beni tutup kendine çekti. Yaşamının üçte ikisini uykuda geçiren birinin rüyalarını tahmin edersin değil mi? İmgeler, metaforlar, iç dünyamdan savaş, barış, geçmiş, gelecek haberleri... Ve kolektifle olan bağlantının havadisleri.
Ömrümün üç senesi eller ve gözler çizerek geçti. Gözler, görmek, görünmek, gör beni, görme beni... İki soru bana rehberlik etti: Ellerimle hikâye anlatabilir miyim?
Gözlerimle hikâye anlatabilir miyim?
Yaşamımda, rüyanın diyarında var olduğumu hissettiğim için hikâyeler, bir yokmuştan bir varmışa geçmek demekti benim için.
Mağarada saklı şifacıyı, ona ulaşmak için geçilen kuyuyu, kanlı dolunayda girdaba dalıp elleriyle pitona dokunan kız çocuğunu, aynada suretine bakıp kendini görmeye çalışırken farklı aynalarda kendini bulmak için yollar giden yolcuyu... En çok da "Ben kimim?" sorusuna bir cevap bulmak için anlattım. Her bir imgeyi saatlerce çizdim, boyadım, üzerine kelimeler sarf ettim. Kelimeler yoluyla içsel barışa götüren tüneller kazdım içimde.
Doğru yolda olduğumu uykunun gelişinden anladım. Ne zaman beni yaşamdan koparan duvarın bir taşına dokunsam göz kapaklarım ağırlaştı. Çizdiğim ellerin anlamını araştırıyorum diyelim, diyelim bulduğum anlamı bir dost kulağa izah edeceğim; göz kapaklarım...
Diyelim bu satırları yazıyorum, tünel kazmaya devam ederken bir duvar tuğlasına çarpıyor elimdeki kazma kürek; göz kapaklarım...
"Lakin canıma yetti, artık uyumayacağım." Bu cümleyi en son sarf ettiğimde kumuna oturduğum denizin kenarından kalkıp kendimden emin adımlarla çocukluğumun geçtiği eve yürüdüm. Babamın tıraş makinasını alıp banyodaki bir kısmı kararmış aynanın karşısına geçtim ve saçlarımı kazıdım. Bunu yaparken gözlerimin en içine baktım, göz kapaklarımı sevdim, yüzümü avuçlarımın arasına aldım ve "Güliver şimdi devler ülkesinde bir Güliver değil, artık o da bir dev. ** Şimdi ayağa kalk ve yaşa!" dedim.
Peki ya annelik?
Bir bedenden, bir bedenden ibaret olmayan bir insan yavrusunu dünyaya getirmek.... Bir yavrunun bakım vereni olmak; var olmayı, görünmeyi, kendinin farkında olmayı gerektirir. İçsel kaynakların bu sorumluluğu almaya yetiyor mu? İlk bir buçuk yıl anne ve çocuk arasında süren bir ilişki bu. Benim deneyimim böyleydi. Bu süreci deneyimlerken dışsal kaynaklarımdan yeterince faydalanamadım. İçsel savaşım arttığında yalnızlığımın derinliğinde yüzmeyi bilmiyordum. Rüya ve gerçek arasında adımlayan bir yolcuyken dünyanın en gerçek meselesini sırtlamayı öğrenmek için yazılar yazdım. Delirmemek için en kolay yaptığım işi yaptım, hâlimi imgelerle ifade ettim. Bu esnada depremler oldu, yıkımlar oldu, dağlar taşlar acıyı haykırdı. En güvendiğimiz yer olan evimiz, en korktuğumuz yer hâlini aldı. Korku Azize'm, katlandı, katlandı, katlandı.
Hikâye anlatıcısı olmak, nasıl olunuru öğretmek... Benim en kolay yapabildiğim şey. Halk bilgeliğini, halk anlatılarını senelerce okudum, dinledim; bundandır bilirim ormanı, mağarayı, balinanın karnını, rahmin içini. Ve bundandır buralardan edineceklerimi deneyimleyip yoluma devam etmeyi iyi bilirim. Bilirim yürümeyi, koşmayı, durmam gereken yerde durmayı.
Anneliğin bana hediyelerinden bir tanesi kendi ellerimden tutmayı, kendi yanımda durmayı öğrenmek oldu. Hikâyeye göre Meryem Ana, Hz. İsa'yı dünyaya getirirken yanı başında bir sıklemen çiçeği varmış. Çiçeğin yapraklarından bir tanesi doğum esnasında bir ele dönüşmüş ve Meryem'in ellerinden tutarak ona doğum eşlikçiliği yapmış, doğumunu kolaylaştırmış. O günden sonra çiçeği buhurumeryem adıyla anmışlar. Hikâyeyi keşfettiğimde bugüne dek çizdiğim eller ve işim, içimde anlam kazandı. Anladım ki insanların çeşitli doğumlarında, sanatsal üretimlerinde, farkındalıklarında ellerinden tutuyor; onlara buhurumeryemlik yapıyorum. Ne zaman ki mağaradan kendimi ellerimle çıkardım, kendime buhurumeryemlik yapmayı öğrendim; o zamandır da insanlara kendilerine buhurumeryemlik yapmayı öğretiyorum. İçsel savaşımı barışa erdiren yöntemlerimi kulaklarına fısıldıyorum.
Uyandım ben. Ne zaman saçlarımın toprağına dokundum, ne zaman parmaklarımı ektim toprağa, gözlerimi örten kapakların yarasını gördüm, göz bebeklerime kendi gözlerimle baktım; o zaman uyandım.
Biliyor musun sevgili okuyucu, iki ayağı olan insan, yürürken dengesini bulmak için hem gerçeği hem rüyayı, hem varlığı hem yokluğu, hem karanlığı hem ışığı tanır.
Henüz iyileşmedim. Göz kapaklarımın yarası kendini hatırlatmaya devam ediyor, ben de kortizonlu kremler ile geçici şekilde iyileştiriyorum yarayı. Deride oluşan yara en kolayı, ona içeriden sebep olanı çözümlemek gerekir. Dışarıdan görünen yara; iyi niyetli bir haberci, açılması gereken bir kapı. En çok korktuğum yerlerin kendini ifade etmesine alan açtığımda iyileşmemi sağladığını anladığım için cesaretimi takındım ve olan biten hakkında bir miktar yazdım. Yani kapıyı açtım ve içeri birkaç adım attım. Yazarken çırılçıplak hissediyordum, şimdi o hissiyatım yerini insan olma deneyiminin bir parçası olmaya bıraktı. Ne diyordu şiir; "yara izin bir kapı, Abrela Puerta aç kapıyı."***
Görünmez olursam nasıl evlat büyüteceğim sevgili okuyucu? Ona hayallerinin peşinden gitmesini, aldığı nefesi sevmesini, kendinden razı olmasını nasıl öğütleyeceğim? Oğlum şimdi karşımda huzurlu bir uykuda. Onun uykuları dünyadan kaçış için olmasın, uyku onun için bir dinlenme yeri olsun ve duygularını düzenlemeyi yaşamın içindeyken başarsın. Annesini de şöyle hatırlasın; nezaketle savaşmayı bilen, zarif birisi.
Sonra eşim var benim, öğrencilerim var, ailem var, dostlarım var. Sonra hiç tanımadığım gencecik çocuklar, gençler, yetişkinler var. Yarayı tanımadan, onu iyileştirmeyi öğrenmeden ve cesurca kendimi kabul etmeden; ben, ben olmadan sözüm nasıl has olacak? Çevreme faydam nasıl dokunacak? Bir başkasının hâlinden ancak kendi hâlini bilen biri anlayabilir Azize'm. Hâsılı; küllerin içinden geçip renklerin içine doğmaya, korkunun imparatorluğundan geçip özgürlüğe adım atmaya, yolda öğrenilenlerle yürümeye devam edip hataları da kucaklamaya...
Çünkü hepsi insan olma deneyiminin bir parçası, çünkü hepsi yaşamaya dair.
Kırılganlığı kalem yaptım, bunları yazdım sevgili okuyucu. Yazarak kendime buhurumeryemlik yaptım. Sana da ışık olsun, şifa olsun, ilham olsun.
** Özlem Meltem Çakaloğlu
*** Abrela Puerta, Clarissa Pinkola Estes
YORUMLAR