Sızı
Yaşam mı? Burada işte.
Otuz beş haftalık hamilesiniz, bebeğin cinsiyetini öğrenmemişsiniz -içten içe kız olmasını istiyorsunuz- bir yandan da otuz beş haftalık hamileliğinizi az evvel öğrenmişsiniz. Sancınız tutmuş, kendinizi hastane sedyesinde ve doktor kontrolünde buluyorsunuz. Doktor karnınıza elleriyle bastırıyor. Sizinse korkudan ve gerginlikten eliniz ayağınız titriyor. "Hamileliğinizin ilk haftalarında haddinden fazla demir hapı kullanmışsınız, bebeğinize zarar vermişsiniz. Acilen doğuma alacağız sizi ve zorlu bir doğum gerçekleşecek." diyor doktor. "Çok ağır bunları duymak. Daha yeni yeni rahata eriyordum. İki buçuk yaşına getirmiştim evladımı. Yeniden mi, en baştan mı, üstelik sağlığı yerinde olmayan bir bebek. Hiçbir şey hazır değil, doğuma nasıl kalkışırız? Kim gelir yanıma, ne giydiririm ben bu çocuğa? Bu çocuk karnımda büyürken nasıl habersiz kaldım kendimden, nasıl algılayamadım bedenimde bir can oluştuğunu! Ya ben, ya ben? Yeniden sezeryan, yeniden kesikler, ağrılar, sonda, serumlar...
Ya ben ne olacağım! "
Sizin sesiniz bu cümleleri kuruyor.
Saat 8.00, çalar saat çalıyor. Saati erteliyorsunuz, yine de devam ediyor gördükleriniz. Uyuyup uyanıyorsunuz, kabusunuz yine yine devam ediyor kaldığı yerden. Yataktan kalkın! Üstünüz başınız hastane, üstünüz başınız gördüğünüz kabustan kalanlar. Biyolojik olarak doğurmaya müsait olabiliriz lakin, lakin işte.
Zaman lineer akıyor ve yaşananlar geçmişte kalıyor sanıyoruz. Oysa yaşananlar, birlikte yola çıktığımız bir otobüs dolusu yol arkadaşları gibi. Yaralar büyüklü küçüklü yer ediyor hafızamızda. Omuzlarımızda, sırtımızda, belimizde, etimizde kemiğimizde... Donmuş yara, ufak bir ısı artışı bekliyor çözünmek ve kanamak için. Yaranın büyüğü yârdan geliyor. Ana, baba, kardeş, et ve tırnak yani. Et ve tırnağın birleştiği yer mantarlanıyor, acıyor, yarılıyor lakin kopmuyor ikisi birbirinden. Söylemleri ve eylemleri bedenimize ve ruhumuza yara formuyla yerleşen ana babamız; onlarla konuşamadan, o yarayı havalandıramadan bu dünyadan göçünce sırtımızın kamburu, belimizin fıtığı, kalbimizin ağrısı derinleşiyor ve çözümsüz bir dert olarak kalıyor üzerimizde unutamadıklarımız. Taşıdığımız her şey "şimdide" yeniden yeniden yaşanmaya devam ediyor adeta. Mezarından çıkıp da bir çift kelam edemiyor göçenlerimiz. Vakti geldiğinde aynı yere göçeceğiz hepimiz diye oraya mı bırakacağız iyileşmeyi?
Göçen ataları yaşarken zeytin bahçesine yerleşenlerdenim ben. Bizim mutfak dolaplarımız atadan beri zeytinyağı kokar. Zeytinin yağı sofralarımıza ulaşsın diye kışın ayazında, sabahın siyahında gidilir; yazın sıcağında, akşamın alacasında dönülür zeytin bahçelerinden. Ağaçlar ana, baba, bacı, eş, dost, evlattır çoğumuzun yaşam öyküsünde. Zeytini yaşatan toprak insana rahimdir, sofradır, mezardır, güvendir, umuttur, inançtır, yaşamın sebebi ve zorluğudur aynı zamanda. Bize ekmek, su, çatı, okul olan zeytin yarayı da öğretir. Yaralanmış bir zeytini dilimlerken aynaya bakmış gibi olur insan. Aynayı kırmak en kolayıdır. Oysa aynalar, bize bizi yansıtır yalnızca. -Zeytini affet anne.-
İnsanın yaraları, insana şöyle fısıldar: "Kıyısında yüz yaşamın. Vazgeç nefesin bedeninde dolaşmasından, vazgeç iyileşme çabasından. Ölüm anaların en kucaklayıcısıdır, sonsuz huzur oradadır, oraya bırak kendini. Uyuştur kendini, sustur ve canlılığını yitir."
Bu deniz, bu gökyüzü, bu orman, bu tarlalar, bu toprak; doğmanın, doğurmanın, büyümenin, büyütmenin, bulmanın, kaybetmenin ve affedemeyişlerin yarasından yadigar olan sızıyı miras bırakıyor insandan insana.
Bunca kaosun içinde canlılığı seçmeye, yaşamayı seçmeye isteklilik hâli herkesin mayasında bulunmuyor.
Otuz beş haftalık hamilesin. Sağlığını yitirmiş bebeğinin doğumunu gerçekleştirecek olan doktor, az zaman sonra senin kucağına yaşama tutundurman ve büyütmen için bir bebek verecek. Bu bebek senin bedeninde büyüdü ve sen bu olanların farkında değildin. Şimdi ne yapacaksın? Yaralarımız haftalarca can verip büyüttüğümüz bebeklere benzemiyor mu? Ancak kendine gözlerini kapatarak hayatta kalabiliyorsun bazen. Üzgünüm şekerim, kapalı gözlerinin sana bir sürprizi var. Aslında olanlar olmuş, içindekiler senden habersizce can bulmuş. Ve bir sürprizi daha var şekerim. Bir gün geliyor doğurman gerekiyor. Saklayamıyor, sakınamıyorsun.
Oysa yaşam türlü mahlukatı bir arada barındırır. Denge bozulduğunda yaşamdaki türlerden bazıları çoğalır bazıları azalır. Hastalandıysan vücudunun halkları arasındaki denge bozulmuş demektir. Kimileri kimilerinin yaşam hakkını elinden almış, birlikteliğin ahengi bozulmuş ve topraklarındaki huzur yerini hastalıklara bırakmış demektir. Sana yapılan her şeye rağmen kendine dönüp kendi ellerini tut. Ve bir yolculuğa çık. Yola devam etmek, geride bırakmayı deneyimletir insana.
Yaşadığımız yerler ve geçtiğimiz yollar şarkılarını söyler, hikâyelerini anlatır; tıpkı insanlar gibi. Geçtiğimiz yazın bir günü, ekinleri toplanmış bahçelerin ve görkemli fıskiyelerle sulanan tarlaların arasındaki kıvrımlı yollardan geçerek bir şehre vardık. Dağların arasında akan Yeşilırmak Nehri etrafında yeşeren elmalardan; çay, kahve, dondurma, kolonya üreten bir şehre. Kendini korumuş ve kendi toprağında yeşerendeki kıymeti gören bir şehre. Firdevs'i kendi içinde bulacağını müjdeleyen bir şehre. Bu şehrin pişmiş aşından yedik, anlattıklarını dinledik. Şehir dedi ki:
"Durgun su yosunlanır, kurtlanır, zamanla çamurlanır. Geçmişin yarasını iyileştir; kafanı kaldır ve dağlara, göllere, nehirlere, insanları toprağa dönüşen şehirlere bak. Dağlar heybetli, göller balıklı, nehirler akmakta." Sonra şehir sustu, biz anlattık. Bize anlattık, bizi anlattık. Biz kim miydik? Dünya bahçesinde büyüyüp firdevs için yol yürüyenler. Hepimiz işte.
Geçtiğimiz yazın bir başka günü evimizden bir haber aldık. Mutfak duvarından incecik sızan su, gizli gizli sızmaya devam etmiş ve alt komşunun tavanını küflendirmiş. Küf ortaya çıkana dek sızmaya devam etmiş su. Biz bihaberdik evimizden akan suyun varlığından. Bazı yaşantılarımız gibi... Bir zaman geliyor ve yaşadıklarımızın bize yadigarı oluyor derinlerimizde bıraktığı sızıntı, sızı. Duvarları eskiyen evlerimiz dahi sızıyı anlatıyor bizlere. Evlerimizin duvarları binbir duygu taşıyor içinde, tıpkı insan gibi.
Evlerimiz anlatıyor, şehirlerimiz anlatıyor, rüyalarımız anlatıyor. Hepsi bize aynalar tutuyor, insanı anlatıyor. Yaşananlar biz ummazken sızar alt komşunun tavanına. Büyüdüğünü dahi fark etmediğin karnın, gebe olduğun ne varsa sana sızılaya sızılaya gösterir. Karnında ölmüş bir bebek de, yaşamaya hazır bir bebek de doğurulmaya muhtaçtır. Kalırsa zehirler tutunduğu bedeni. Sızı bu, incecik sızılar, incecik sızar bulduğu boşluktan ve incecik yerleşir aktığı yere. Sen ne yap et, sızıyı tanı. Gözlerini kapatma ona, bir bakarsın otuz beş haftalık oluvermiş.
Sen savaşların, göçlerin, acıların nehrinde akarken en yakınındakilerin yanından savrulma. Yaşam önce buradan başlıyor. Toprak, tohumun hakikatini fısıldar. Önce kendini iyileştir. Sen yaşamsın. Bir insan toprağın bilgisini taşıyan tohum gibi insanlığın bilgisini bedeninde taşır. İçindeki barışın mücadelesinde ol. Yaşamda hangi dili konuşuyor, toprağındaki hangi fideyi suluyorsun? Canın hala bedenindeyse kalk ayağa. Süpürülecek bahçen, serilecek yatak örtün varsa kalk ayağa. Firdevs'in alâsına giden yol, bu yolculuğun kendisi.
Yoksa komşunun duvarında iz bırakıyor senin duvarından sızan suyun ince sızısı. İzler geçiyor da; sızı, kadim bir hatıra.
Demet Evgar - Kadınlar Adamlar
YORUMLAR