Çalışmayan kadın var mıdır?
Küçük bir çocuğa bakım veren hemen her insanın, çoğunlukla da annelerin en fazla uğradığı yerlerdir; çocuk parkları.
Çocuklar oyun oynarken, yetişkinler arasında da ister istemez bir sohbet gelişir.
Bu sohbet esnasında da annelere genellikle: ‘‘Çalışıyor musun?’’ sorusu yöneltilir.
Alınan yanıt her ne olursa olsun yani kadın hangi rolüne ağırlık veriyor ya da vermek durumunda kalıyor olursa olsun; karşı tarafı pek memnun etmez.
Bu parklar; annelerin kalabalıklar içindeki yalnızlığının da bir yansımasıdır.
Çünkü annelik bir yandan kutsallığın atfedildiği öte yandan da hor görülen ve küçümsenen bir roldür.
Kadın, doğum yaptıktan kısa bir süre sonra iş hayatına geri dönmek durumunda kalır. Ona, destek olabilecek herhangi bir yakını yoksa şayet küçük bebeğini çoğunlukla daha önce hiç tanımadığı başka bir kadına emanet eder. Hatta bazen bu kadın da, kendi çocuğunu başka bir kadına emanet ederek, başka bir çocuğa bakım vermek durumunda kalmış bir kadındır.
Kadının, anneliği süresince yakınları tarafından desteklenmesi fikrine çok sıcak bakıyor olsam da; çocuğun tam zamanlı bakımının bu yakınlara bırakılması fikri bana çok sağlıklı gelmiyor. Bu yakınlar çoğunlukla büyükanneler ve büyükbabalar. Birincisi; çocuğa ve çocukluğa bakış açısında yaşanan köklü değişim dolayısıyla büyükanne ve büyükbabanın çocuğa karşı tavır ve davranışları ve bu tavır ve davranışlar dolayısıyla anne ve baba ile aralarında çok fazla çatışma yaşanması ihtimalidir. Diğer neden ise ülkemiz sosyo-ekonomik koşullarında büyük zorluklar yaşayarak o yaşa ulaşmış insanların birçoğunun yaşadıkları sağlık problemleri dolayısıyla küçük bir çocuğun enerjisine yetişebilmekte zorlanma ihtimalidir. Oysa bu bakım verme hali ara sıra gerçekleşiyor olsa hem çocuk hem de büyükanne ve büyükbaba açısından daha sağlıklı ve doyumlu bir paylaşım yaşanacağını ve bu zamanların özellikle anneler için çok kıymetli dinlenme ve yenilenme anları olabileceğini düşünüyorum.
Sonuç olarak kadın iş hayatına geri döndüğü vakit; evdeki yaşamını emanet ettiği kişi de; çoğunlukla ve büyük olasılıkla bir kadın olur.
Üniversiteden mezun olduğum ilk yılları anımsıyorum da; aklımda, bana ait olduğunu sandığım bir ‘‘kariyer planım’’ vardı. Zamanla bu ‘‘kariyer planımın’’ tamamen dışsal otoriteler tarafından belirlendiğini fark ettim. Ve içerisinde var olmaya çalıştığım acımasız sisteme rağmen yıllar boyunca aklımla yaptığım işi, gönlüme de razı kılabilmek için çok fazla çaba sarf ettim, ediyorum. Fakat dışsal otoritelerce belirlenmiş o ‘‘kariyer planıma’’ rağmen baki olan bir isteğim vardı. Şayet bir gün anne olursam; en azından ilk yıllarında çocuğumun büyümesine birebir eşlik edebilmek. Nasılsa iş hayatıma kaldığım yerden devam edebilir ya da sıfırdan da başlayabilirdim.
Fakat oğlumla zaman geçirmeye başlayınca ve özellikle okulsuzluk felsefesini bir yaşam biçimi olarak benimseyince; birlikteliğimizin beni ne kadar beslediğini ve bundan da her geçen gün daha büyük bir keyif almaya başladığımı fark ettim.
Bugün çocuğuna tam zamanlı bakım veren anneler de tıpkı ev dışında, tam zamanlı bir işte çalışan anneler gibi büyük bir baskı altında. Hatta bu kadınlar kendilerini annelik rolü üzerinden var ettikleri yönünde eleştirilere maruz kalıyorlar. Böyle bir durum elbette söz konusu olabilir. Fakat ben de diyorum ki; bugüne kadar yaptığım hiçbir işten annelikten beslendiğim kadar beslenmedim. Çocuğuyla tam zamanlı birlikte olan annelerin hep veren tarafta olarak konumlandırılması fikri de çocuklara yapılmış büyük bir haksızlık diye düşünüyorum. Çünkü anne bir veriyorsa, çocuk bin veriyor.
Herkesin okumasını çok istediğim bir kitap var. Ben Hewitt’in, Okulsuz Büyümek adlı kitabı. Hewitt bu kitabında; ‘‘Kültürümüzün başarıya yaklaşımı bağlamında başarıyı açıklamak ve göstermek çok kolay. Ev sahibi olmak, iyi gelirli bir iş, cömert bir bireysel emeklilik planı, harika bir araba, takdir ve bunlara sahip olma konusundaki bireysel azim: Bunlar kültürümüzün başarıyı tanımladığı bazı ölçütler ve genel geçer oldukları için de iyi yaşanmış bir hayatın kısa ve yalın anlatımına dönüşmüşler. Belki de bu sadece, iyi yaşamın simgesi olmuş, konfor merkezli bir hayat… Bunlar özünde kötü olan şeyler değil, doğrusu bunlardan bazılarına ben de sahibim. Tehlike; bunlara yönelik arzumuzun doğa ve mekân ile anlamlı ilişkiler kurmamızı zorlaştırarak hayatımızı çalmakla tehdit etmesi. Sorun bunları kendimiz ve çocuklarımız için arzularken, isteklerimizin sonuçlarını düşünmeyişimizde: Bizi birbirimizden ayrı düşüreceğini, aileyi ve toplumu böleceğini, ekonomik başarımızı garantileme çabamız için özgürlüğümüzü feda edeceğimizi ve bu arzunun çocuklarımıza da aynını yapacağı’’ diyor.
Eşit işe, eşit ücret politikasının uygulanmadığı, emeğin sömürüldüğü bir sistemde, çalışmanın sadece kadınları değil hiç kimseyi özgür kıldığını düşünmüyorum. Üretmemek, hayal kurmamak bir insanı içten içe öldürebilir fakat kariyer odaklı bir yaşam sürdürmüyor olmak bunu yapmaz.
Clarissa Pinkola Estes; "kadının ya da erkeğin evde para kazanmasını, böylece iş dünyasına, ocağa, çocuklarına; hepsine birden aynı zamanda yakın durmasını zorlaştıran ya da olanaksız kılanın yasalar olduğunu söyler. Belki işe; tüm yükü kadınların omuzlarına yüklemekten vazgeçip, Clarissa’nın da bahsettiği üzere iş, aile ve kişisel hayatın kaynaşmasından alıkoyan yasaları değiştirmekle başlayabiliriz.
YORUMLAR