İstanbul, biz seninle boşanmamış mıydık?
Çatı katının bu sakini bir haftadır İstanbul’da. Bilgisayarının geçmişini temizler gibi bir tuşa basmakla temizlenmiyor İstanbul’la kurulmuş köklü geçmiş. Neredeyse hiç trafik ışığının olmadığı bir sahil kasabasından, insanların kırmızı ışıkta bile birbirlerini sollamak için mücadele ettiği bir şehre gelince eski uyanık şehir insanı moduna geçebilmek için biraz zaman gerekiyor. Lakin çok değil. Sokakta yürürken atılan ilk omuzla ya da otobüste bir insanın sığabileceği kadar bir alana üç insan sığmaya çalışırken genlere işlemiş eski kodlar hâkimiyeti yeniden ele geçiriveriyorlar.
Bir haftadır sırtımda kocaman çanta, o semtten bu semte dostların evinde konaklaya konaklaya ilerlerken hissiyatım tam da şu: boşanmış olsa da çocuğu yüzünden eşiyle bağlarını sürdürmek zorunda olan evlilik mağduru insan. Neden mi mağdur? Bir araya gelinen kısa zamanlarda eski güzel günlerin tadını çıkarmak yerine, haldır haldır bir şeylere yetişmek zorunda kaldığım için. Görülmesi gereken, özlenen bir sürü güzel insan, bir uçtan bir ucuna kavimler göçü yaparcasına kat edilen bir şehir, hayali kurulan tiyatrolar, sinemalar, sergiler, konserler ama yetmeyen zaman, az gelen zaman, uçup giden zaman… Az zamana çok şey sıkıştırılabilecek bir yer değil İstanbul. Yeni öğrenmiyor, sadece bilgi tazeliyoruz.
İstanbul’da nefes almak biyolojik bir şey değil pek benim nezdimde. Daha çok mekânsal, ruhsal ve kalpsel bir şey. Şehrin 90’lardaki gibi korkunç kirli bir havayla kaplı olduğunu Datça otobüsünden adımımı atar atmaz farkettiğim anda, fırsat bulur bulmaz gitmek istediğim yerin adını andım içimden: Kuzguncuk. Bu yeni İstanbul’a ait olmayan bir semt Kuzguncuk. Çınaraltı’ndaki o minicik parkta denizi ve boğazı seyretmek, daha güzel bir evrenden İstanbul’a bakmak gibi. Boğazın karşı yakasındaki tüm o kazulet binalar silueti bozsa da, Kuzguncuk tek başına pembe bir gözlük.
Salacak’ta çay, Kuzguncuk Çınaraltı’nda kahvaltı, Kadıköy sokakları, özlediğim kitapçılar… Bu İstanbul seyahatinin daha gelmeden önce belli olmuş ana başlıklarıydı. Her biri ihtiyaç anında suni teneffüs misali imdada yetişen, nefes veren olmazsa olmazlar benim için. İstanbul’da yapmayı özlediklerimi düşündükçe görüyorum ki bu şehir artık benim için Anadolu yakası olmuş. Bir zamanlar nasıl da tersiydi. İstiklal mabedimiz; Galata, Pera zenginliğimizdi. Sabahın köründe İstiklal’in bir ucundan girer, koca bir günü kahvaltı, sinema, kafe, tiyatro, kitapçı, rakı ya da şarap diye bitirirdik. Bir dolu sinema, bir dolu tiyatro vardı. Çok eski bir zamandan değil, şunun şurasında sadece bir 6-7 yıl öncesinden bahsediyorum. Görmek istediğim bir filmin Beyoğlu’nda vizyonda olmaması gibi bir şey söz konusu dahi olmazdı. Şimdi ne kadar eksilmiş, eksiltilmiş olduğumuzu anlatmayayım. Olanlar, yapılanlar malum. Kültür ve sanat ayağı alınan bir Beyoğlu artık benim için bir anlam taşımadığı içindir ki ne gidesim geliyor, ne göresim. Özlemiyor muyum? Özlüyorum. Ama gitsem de özlediğimi zaten bulamayacağım!
Bozulma Avrupa yakasından başladı İstanbul’da bana kalırsa. Anadolu yakasında biraz olsun o eski doku devam ediyor. Tam da bu nedenle hala ‘nefes’ almak mümkün orda. Yozlaşmanın hala girmediği sokaklar, meydanlar var örneğin Kadıköy’de. Neyse ki var, iyi ki var!
Ama yine de şu geçen bir haftadan sonra demeden edemiyorum: İstanbul, biz seninle boşanmamış mıydık?
YORUMLAR