Doğayı ve sanatı kendinizden esirgemeyin
Saat daha sabahın altısı bile olmadı. Güneşin gelmeden önce denizin üzerini ve gökyüzünü boyadığı pembeliği karşıma aldım, bu satırları yazıyorum. Bu sefer her zamankinden de erkenciyim çünkü yazıyı gönderir göndermez aralarına girmekten mutlu olduğum bir trekking grubuyla en sevdiğim koylardan birine yürüyüşe çıkacağım.
Grubumuzun adı kaplumbağa. İlk duyduğumda bana kahkaha attırmıştı. Çünkü Datça’nın ve bir Datçalı’nın ruhuna sirayet etmiş olan “Acelen varsa ne işin var Datça’da” düsturunu benimsemiş insanlarla karşı karşıya olduğumu anlamıştım. En sevdiğim hallerden biri. Acelesizlik. Çoğu insan yavaşlıkla karıştırıyor bunu.
Doğayla, her tırmanışın sonunda mutlaka yeşilden maviye akan bir denizle, toprağın sunduğu binbir çeşit otla buluşma meraklısı bu insanları bir araya getiren, saçından sesine, gözlerinden bisikletine rengarenk o güzel kadın da öyle açıklamış zaten her seferinde yola çıkış düsturunu: Acelemiz yok, tadına vara vara, fotoğraf çeke çeke, gerekirse tek bir otun ya da bir manzaranın başında dakikalar geçirerek yürüyoruz yollarımızı.
Bugün çıkacağım yolun bir kısmını yürümüştüm geçen günlerde de. Kulağımda bana varacağım denizi en çok çağrıştıran seslerden biri Melody Gardot’un şarkıları ve keçileri için çobanlarının oluşturduğu patikayı takip ederek deniz sırasınca yürümüştüm binlerce oh çekerek. Kendisiyle konuşsam bana bin tane dert döker mi bilemiyorum ama şahit olduklarımdan, artık dünyanın en huzurlu mesleğinin çobanlık olduğunu düşünüyorum dersem inanır mısınız? Muhtemelen dert yanarsa da yine insanlardan yana olacaktır. Kendini öyle doğal bir uyumun bir parçası etmiş olarak yaşıyor ki, gerek o olağanüstü hayvanlardan, gerekse buralarda hiç de zalim olmayan tabiatın akışından, sıksan huzurdan başka bir şey çıkmaz gibi geliyor. Hangimizin elinde var bu kadarı?
Bu yaşıma kadarki bütün kabullerimi sarsan böyle anlar yaşadığımda korkunç hayatlar içinde iki damla huzur bulmak için bilmem kaç çeşit meditasyonun, ruhsal ve bedensel felsefenin peşinden koşan insanoğlunun zırvaladığını düşünüyorum. Yanlış anlaşılmasın, zırva olan bunlar değil. Herşeyden önce solunan havanın berbat ötesi olduğu bir şehirde köy yumurtası, organik domates vs. yiyerek sağlıklı olmaya çalışmak nasıl imkansızsa, gün içerisinde bin çeşit stresin, yalanın dolanın, itilip kakılmanın içinden geçtikten sonra yapılan meditasyonla gelecek huzurun da imkansız olduğunu düşünüyorum. Anlık rahatlamalar belki, o kadar. Bu bile böyle yorgun bir hayat süren bir insan için tarifsiz bir kazanımdır ve yapılmalıdır, o ayrı. Sadece başka bir mertebeye geçmek ve daha topyekun bir huzura kavuşma beklentisinin boş olduğunu düşünüyorum. Tabiat herşeyiyle bize ihtiyacımız olanı vermiş halbuki. Onun ahenginin içine kapılıp giden, hayvanlarla, toprakla, denizle oynayan insan yaşamın kendisinden alıyor meditasyonu.
Güneşin batmakta olduğu saatlerde bir akşam, tepelerden birinde yürüyüp manzarayı seyrederken bir keçi sürüsünün hep birlikte coşkulu melemeleriyle evlerine dönüşlerine şahit olmuştum. Kalabalıklardı. Belki yarım saat boyunca yerime mıhlanıp kaldım ve onların oynaya oynaya, birbirlerinin üzerine atlaya atlaya – belli ki aralarında yaramazlar vardı – dönüşlerini izledim. Çok temiz bir duyguydu. Bu işin ‘uzman’ları affetsin ama şimdiye kadar yaptığım hiçbir meditasyonda böyle dupduru ve yaşadığıma dair bir duygu hissetmedim. Belki de ondandır ki burada doğaya yakınlaştıkça artık eskisi gibi ihtiyaç duymaz oldum.
Son sözü şuna dair etmeden geçemeyeceğim: ülkece öyle korkunç bir zamandan geçiyoruz ki akıl sağlığımızı korumanın tek yolunun doğada ve sanatta olduğunu düşünüyorum. Kendinizden bunları esirgemeyin!
YORUMLAR