Yeşil jantlı, beyaz atlı prens…
Bu aralar yeşil jantlı, beyaz bir iki tekerin, pedalları döndükçe hayatımı daha da kapladığı günlerden geçiyorum. İki cümlemden biri bisiklet. Sabah uyanır uyanmaz gündoğumuna pedal çevirmezsem, akşam çok yorgunsam bile uyumadan önce yine mahallede olsun şöyle bir turlamazsam rahat edemiyorum. Hem bir eksiklik duygusu hem de bir nevi yüzüme çarpan o rüzgara ve verdiği özgürlük hissine bağımlılık…
Üstelik Datça bisiklet kullanmak için hiç de kolay bir yerleşim değil. Hem merkezi hem de civarı rampalar ve zorlayıcı yollarla dolu. Ama bu arzunun yol durumuyla bir ilgisi yok. Gittikçe daha da çok gitmek istediğin bir harı körüklüyor her pedal çeviriş. Daha evvel arabayla onlarca kez geçtiğin yerlerin arabanın konforunda farketmenin mümkün olmadığı detaylarından mest oluyorsun. Motorlu bir aracın giremeyeceği tüm patikalar, ara yollar senin. Yol kenarında başını göğe uzatmış tanımadığım ne kadar çok çiçekle ve bence bu aralar yolların en ‘hareketli’ canlıları kaç kaplumbağayla tanıştım biliyor musunuz?
En doğru haliyle Hemingway anlatmış aslında: “Bir ülkenin kıvrımlarını en iyi bisikletle öğrenirsiniz. Tepeleri inerken ve çıkarken pedal çevirip terinizi akıttığınız için, onları olduğu gibi hatırlarsınız. Oysa bir motorlu araçla giderken sadece yüksek tepelerin farkına varabilirsiniz. Dolayısıyla üzerinde geçtiğiniz toprakları bisikletle olduğu kadar iyi hatırlayamazsınız.”
İçine düştüğüm bu sevda, bisiklet kullanmaya yeni başlamışım hissi yaratabilir. Değil halbuki. Çocukluğumdan beri fırsat buldukça hep buluşmuşumdur kendisiyle. Babamın ilkokula ilk başladığım günlerde eve o kırmızı Pinokyo ile gelişini hiç unutmadım. Bir dolu şey hafızadan silinip gitmişken o ânın kalmış olmasının tek nedeni hissetmiş olduğum büyük mutluluk. Çocuğuna bisiklet alan bir baba, onu yıllar sonra bile hatırlayacağı denli nasıl mutlu ettiğinin bilmem farkında mıdır? Öğrenirken düşmeyeyim diye yana takılan iki lastiğe rağmen arkamdan sokak sokak koşturmasını da hiç unutmadım. Sanırım bisiklet kullanmayı öğrenen herkesin en azından bir kişiye hiç unutmayacağı bir gönül borcu oluyor. Ya bir anne-baba, ya bisikletini ödünç veren bir arkadaş ya da mahallenin güzel abi ve ablaları… Ama şimdi olan, biraz hayat koşullarım ve değişen bakışımla alakalı sanırım. Doğru zaman ve mekan olmadığında harika bir çift olabileceğin biriyle karşılaşsan bile bir işe yaramaz, onu da, kendini de ıskalayıp gidersin ya, o hesap.
“Bisiklet, melankoliyle ters orantılıdır” demiş James E. Starrs. Bazı cümlelerin sağlamasını yapmak gerek. Öyle her ağızdan çıkan şık cümleye inanacak değiliz elbet. Doğru mu acaba deyip pedal basmışlığım çok var son günlerde. Zira bazen hayat can acıtmak konusunda fazlasıyla bonkör, merhemi konusundaysa sıkı elli olabiliyor. Ama dönen iki tekerleğin üzerinde hepsiyle baş etmenin daha mümkün olduğunu söylersem, gevezelik yaptığımı düşünmeyin.
“Hayat yolculuğu, bisiklet süren bir kişinin yolculuğuna benzer. Kişi bisiklete binmiş ve hareket etmeye başlamıştır. Bir noktada durup inecektir. Eğer durduğunda inmezse, düşecektir.” William Golding’in dediğine kulak asmalı. Zamanlama bisiklet üzerinde olduğu kadar hayatta da önemli. Bisiklet durduğunda inmeli; gitme vakti geldiğinde gitmeli; üzen, sıkan, yoran ne varsa veda etmeyi bilmeli.
YORUMLAR