Bir bisiklet sohbeti
Bana bisikletini söyle sana huzurunu söyleyeyim. “Babam bana bisiklet aldı” diye dudaklarını uzata uzata konuşan dört yaşındaki velette de, bisikletime atlayıp sabah kulacına doğru pedal çeviren kuzenimde de, iki teker üzerinde evle pazar, pazarla çay bahçesi arasında pedallayan bir kasaba dolusu insanda da mutluluktan yapılma aynı surat ifadesini görüyorum. Ve kalpten çıkış yapan her gülümsemenin ampulü yine gözlerde yanıyor en çok.
Bisikletle uğraşan insanların neden hep güzel insanlar olduklarını konuşuyoruz uzun uzun. Mavi bir kahvaltı masasında konuşulabilecek en güzel konuyu bulmuş olabiliriz. İkimiz de bisiklet deyince önce şimdiye kadar tanıdığımız bisiklet tamircilerini anıyoruz. Hayatımıza bisikletle giren güzel insanlar onlar. Aslında haklarında bildiğimiz yegâne şey bisikletlerle ve onlar vasıtasıyla insanlarla kurdukları ilişkiler. Yaşamalarının bundan ötesine dair söyleyebileceğimiz şey ancak hayal gücümüzden türeyebilir.
Kuzenim, içinde eski bisikletlerin de olduğu çul çaput dolu minibüsünü mahallelerin arasında dolaştıran bisikletçiden bahsediyor. Lastiği patlayan, freni bozulan, zinciri çıkan bisikletlerin imdadına yetişen bir can simidi gibi dolaşıyor sokaklarda. Yaptığı tamirlerin bir bedeli yok. Çocukların paradan çok toprak, kum, taş dolu ceplerinde şıngırdayan bozuk paraların en fazla ikisine ya da üçüne talip. “Ne verirsen”cilerin en güzel örneği.
Tanıdığımız bisikletçilerin bir ortak noktasına daha rastlıyoruz böylece. Gözleri parada değil. Peki nerde? Yaptığı işte topyekûn mutluluk yaşayan bir insanın paradan başka öncelikleri olabileceği ne kadar genellenebilir acaba? Çok büyük soruların ve cevaplarının peşinde değiliz, genellemelerin de. En azından biliyoruz ki her ikimizin de farklı zaman dilimlerinde, farklı coğrafyalarda tanıdığı bu iki bisiklet adamı da yenisi eskisi, küçüğü büyüğü fark etmez, parmaklarıyla can verdikleri demir atlarla çok mutlular. Paranın da bereketlisine çok inanan biri olan bendeniz, bir lastiği tamir etmekten kazandıkları iki liranın beş lira gücünde olabildiğinden eminim.
Bu ufak sahil kasabasında tanıdığım bisiklet tamircisi dedeyi anlatıyorum ben de. Dükkânında asılı gençlik fotoğrafını görmesem dünyaya dede olarak gelmiş olduğuna inanabilirim. Çok yaşlı falan olduğundan değil. Tersine oldukça dinç. Sadece dedeliğin çok yakıştığı insanlar vardır ya, demem o hesap. Böyle durumlarda benzetmek için neyse ki elimizde Hulusi Kentmen örneği var da fazla tasvire gerek kalmıyor. Hulusi Kentmen’in tontonluğunu alın, benim bembeyaz saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü bisikletçi dedeme oturtun. Kimbilir nerelere uzanıyor kökleri. Çünkü serde göçmenlik olduğunu bağırıyor vücudunun bütün renkleri. Merak ettim ama hiç sormadım. Hep aynı cevapları vermekten bunaldığın sorularla karşılaşmanın sıkıcılığını kendimden bildiğimden, kişi kendi anlatmadıkça sorasım gelmez pek böyle soruları.
Bazı mimikleri olmasa her dükkana girişimde beni değil sadece bisikletimi tanıdığını sanacağım. Her seferinde şikayetim ya da talebim ne olursa olsun bir genel bakımdan geçiyor benim iki teker, nam-ı diyar Rüzgar. “Güzel bisiklet bu, güzel” cümlesi şimdiye kadar hiç sekmedi. “Sıradan bir bisiklet ama bana yetiyor, seviyorum bisikletimi” de benim repliğim. Az konuşup derinden anlaşarak geçinip gidiyoruz.
Daha evvel yaptığım tercihte böyle bir bilincim olmadan doğru yere düşmüşüm ama ömrümde bir daha yerleşmek için bir yer seçmem gerekse sokakları bisikletle dolu bir kasabayı seçerdim yine. Ve ilk işim o sokakların içinde bir bisiklet tamircisi aramak olurdu. Her tencereye bir kapak…
YORUMLAR