İşte bu da benim ütopyam!
Mümkün olsa farklı toplumların, kültürlerin, geçmişten gelen her türlü yargılarını silip sıfırdan birbirlerini önce mutfak kültürleriyle tanımalarını sağlamak isterdim. Edebiyat, görsel sanatlar, el sanatları vs. de değil, önce mutfak… Kökü ilk olarak can suyunun bu en yumuşak ama bir o kadar da kuvvetli haliyle sulayıp gerisini bu güçlü temelin besleyeceği dallara bırakmak…
Zehirli hafızası kaybolmuş insanlığı kocaman bir sofranın etrafında buluşturmak… İşte bu da benim ütopyam. Mutfak kültürlerinden başka hiçbir şeyi hatırlamayan insanoğlunun birbirleri için hazırladıkları yemeklerle dolu bir sofrada sohbete durmaları… Lezzetli bir lokmanın çalıştırdığı mutluluk hormonuyla gülen yüzler, tatlı diller… Bir Sünni’nin Alevi’ye, Türk’ün Kürt’e, Sırp’ın Boşnak’a, Amerikalı’nın Çinli’ye dair ilk bilgisi yedikleri yemeğin lezzetine, o lezzetin içlerinde yarattığı duyguya, yemeğin dinledikleri hikayesine göre şekillensin.
Sofraların birleştirici gücüne çok inanıyorum. Pek çok din ve öğreti de kullanır sofranın gücünü. İnsanları dini günlerde bir sofranın etrafında toplamak farklı dinlere mensup dahi olsa toplumların ortak bir paydasıdır. İnsanların etrafına gönül rızasıyla, sevgiyle değil de zorla toplandıkları sofralar üzerine söylenecek çok bir şey yok elbet. Böyle bir gerçeklik olduğu kısmını bir yana bırakıyorum. Kişilerin hayatın her alanındaki despotluklarını sofraya da yansıttıkları mevzular kapsam dışı. Lakin ben bireysel, hatta azıcık ileri gideyim, toplumsal meselelerde bile barışın yolunun mutfaktan geçebileceğine inanıyorum.
Oldum olası yemeğin sadece kendisiyle ilgilenmedim. Bir yemeği tadı tuzu, ne kadar iyi yapıldığı kadar lezzetli kılan şey o yemeklerin hikayesidir de. İlla köklü, kültürel, tarihsel hikayeler vs. de olması gerekmiyor. O kişinin ya da ailenin kişisel tarihine dair hatıralar da bir hikayedir ve o yemekle birlikte bazen anlatılmasa dahi sofraya gelir.
Değil yemek, her kadınbudu köfte dendiğinde dahi babaannemi hatırlarım misal. Yıllar boyu yaşadıkları bir dolu farklı evde kurulmuş onlarca sofrada sırf ben geliyorum diye yaptığı köfteler… Kapıda beni karşıladığında “bugün sana ne yaptım bil bakalım” deyişi ve her seferinde tahmin etmesi çok zormuş gibi kadınbudu köfte demem ve istisnasız çok sevinmem. Şimdi kendi de mutfağı çok seven biri olarak biliyorum ki her seferinde yüzümdeki o ifadeyi görmek için giriyordu mutfağa. İnsanın sevdiklerinin seveceği yemekleri yaparkenki motivasyonunun kalbi besleyen nasıl bir güç olduğunu biliyorum. Sevgi böyle anlarda oldukça dokunulabilir bir şey.
Ya da bir krem karamel etrafında anlatılacak onlarca hikayem var misal. Annemle babamın flört ederken çok severek gittikleri Kadıköy’de bir pasajın içindeki daracık sosisçi dükkanındaki unutulmaz cuma gecesi atıştırmaları… Tamam çok güzel yaparlardı ama sandviç ekmeği, sosis ve rus salatasından ibaret bir sandviç nasıl unutulmaz olabilir ki? Ama ben her gidişimizde bizimkilerin o sevgili hallerini bilen sosisçi amcayla babamın konuşmalarını, anneme o günleri anlattırmayı, sanki farklı bir şey duyacakmışım gibi incik cıncık aynı soruları sormayı çok severdim. O dükkana ilk kez girip sosisli yiyen birinin bizim aldığımız, hikayelerle zenginleşen o lezzeti alamayacağına yemin edebilirim.
Yukarıda bahsettiğim mutfak kültürü denen şey bunlardan çok daha köklü bir şey olsa da, o da yine en çok hikayelerden besleniyor. Velhasıl ütopyalar gerçeklerden köklenip yine de gerçeğe uzak olan hayallerdir. Ama bu, birbirimizin sofralarına oturmanın kıymetini, bunun yumuşatacağı ve bir o kadar güçlendireceği ilişkileri yadsımaz. Etrafında oturanlar ayrıştırıcı olmak istiyorsa sofranın da bir kıymet-i harbiyesi kalmaz biliyorum, zira hayatımın bu yaşıma kadar gördüğüm en büyük saygısızlığına yine bir sofrada şahit olmuş bir insan olarak yine de diyorum ki zehirli hafızası kaybolmuş insanlığı kocaman bir sofranın etrafında buluşturmak isterdim. İşte bu da benim ütopyam.
YORUMLAR