Erkek kardeş kontenjanı
Bazı insanlar hayatına girdikçe daha çok pencereli bir evde yaşamaya başlıyorsun sanki. Güneş daha çok giriyor evine, yağmurda daha bir keyifle ıslanıyor, bulutları değecekmişçesine izliyorsun. Varlıklarıyla çoğaltıyorlar seni.
Her insanı sevme sebebi farklıdır kişinin. Kiminin candanlığını seversin, kimi en çok gülebildiğin kişidir, kimi kötü gün dostun, omzunu paylaştığındır. Bunların hepsinin üzerine bir de meraklarını kaşıyan biriyse karşındaki, tadından yenmez hayatındaki yeri.
Böyle yirmi iki yaşında, pırıl pırıl, yaşam dolu candan öte bir arkadaş verdi bana bu topraklar. Bazen hangi teşekkürü başıma taç etsem bilemiyorum. İki buçuk yıl önce benim bisiklet sevdamın tetiklendiği zamanlarda bisikletlerimiz sayesinde tanıdık birbirimizi. Heybesine kitabını, çayını, kahvesini alıp dağ bayır, dere tepe sürüyordu iki tekerini. Bir bakmışım dağlardan şırıl şırıl akan bir ırmağın kenarında Vadideki Zambak duruyor Balzac'tan, üzerinde en tavşan kanından ince bellisi. Ya da bir ağacın altına tünemiş, hep yanında taşıdığı kocaman bardağına keçi sütünü doldurmuş, Charles Dickens'dan İki Şehrin Hikayesi'ni okuyor. Keçiyi de nerden bulmuş garip bir soru olur elbet buralar için. Ama zaten o, babasının bahçıvanlığı ve baktığı hayvanlar olmasından sebep toprakla da, hayvanlarla da hep iç içe.
Yaşadığı coğrafyayı onun kadar yürekten seven birini görmedim desem doğru olmaz belki ama onun kadar genç olup da seven birini kesinlikle tanımadım. Şimdilerde gençlerin farkındalıkları daha çok hep madde üzerine. Bu nesil Avm'siz, internetsiz kaldı mı eli ayağı titriyor. Ama bizim Aygün'ümüz (sevdim mi hemen sahiplenirim) onu tanıdığım ilk günden beri üniversitede ne sevmeden okuduğu bölümünden vazgeçti ne de bu coğrafyada yaşama sevdasından. "Hem okulumu bitirip diplomamı elime alacağım hem de ömrümün sonuna kadar dağ bayır deniz bu yarımadada yaşayacağım" cümlesiydi ondan duyduğum.
Geçen gün bir mesaj... "Bu yaz daha çok klasikleri okudum ama Viktor Hugo'yu okumakta ne kadar gecikmişim." Bir anda tüm yaz macerası geçti gözümün önünden. Sırtında çadırı çıktığı yollar, antik kentler, Karia yolunun bir kısmını yürümesi, dağlar, bayırlar... O an Sefiller'i ya da Notre Dame'ın Kamburu'nu, Marmaris'in efsane koylarından birini almış altına, Amos Antik Kent'in en tepesindeki kayalıklardan birinin üzerine tünemiş okurken hayal ettim onu. Ne muazzam bir yaşam karesidir bu! Bir romanı nasıl taçlandırmaktır!
Aleksi Zorba o muhteşem romanda patronunu hep sadece okumakla, hiç yaşamamakla suçlamıştı. Okuduğunu yaşamla perçinleyen insanların zenginliği böylesine paha biçilmez işte. Tarihe, doğaya, taşa, toprağa, denize, hayvana, hikayeye dokuna dokuna gezmek o satırlarda... Kaç yaş büyüyüm, bilse kendisinden öğrenip ilham aldığım ne çok şey var.
Otuz iki yılını büyük şehirde geçirdiğim ömrümde buralarda tanıdıklarım kadar beni heyecanlandıran gençler tanımadım. Ama zirvesinde Aygün oturuyor. Ömrünün hep aynı aşk ve coşkuyla devam etmesi, körelmeyip sıradanlaşmaması en büyük temennim. Yaşım, bilgim, görgüm ne olursa olsun ben merakımı, yaşam coşkumu körükleyen insanlardan beslenmenin tadında kalmak istiyorum hep. Bunun lezzeti öyle başka ki, bir kere tadını aldıktan sonra neden daha azına razı gelmek zorunda olalım ki?
YORUMLAR