Zincirlere vurulduk

Bizim kültürümüzde enteresan bir “moda” anlayışı var. Bir şey popüler olmayagörsün, hemen suyunu çıkarıyoruz.


Zaman zaman belirli cins köpekler “moda” oluyor. Bir gün bir uyanıyoruz ki herkesin elinde aynı cins köpek.


Bir şeyi ihtiyacınız olmadan ya da gerçekten istemeden edinince ne oluyor biliyor musunuz? Olmuyor. Hele de o “şey” canıyla kanıyla bir hayvan olduğu zaman, sırf statü belirtmek, popülariteden faydalanmak adına alınınca olan hayvana oluyor. Şimdilerde birkaç bin dolara pet shop’lardan aldığınız hayvancıkları birkaç sene sonra barınaklardan topluyorsunuz.


Kültürümüzdeki bu “moda” olayı sadece köpeklerle sınırlı değil. Yiyecekler de bundan nasibini alıyor. 90’ların sonunda Amerika’ya giderken ben, simidi anca tablacılarda bulabiliyorduk. Türkiye’ye bir döndüm ki ortalık simit zincirlerinden geçilmez olmuş. Her yer Simit Dünyası, her yer Simit Sarayı. Benzer şekilde şimdilerde her yer Hamburger Dükkanı.


En çok gidilen mekânlar, içilen içecekler, yenilen yemekler, seyredilen diziler, eğlence yerleri ve hatta okullar bile popüler kültüre göre belirleniyor. Yani biz ne kadar kahve düşkünü bir milletmişiz ki, Moda Burnu’nda yan yana Starbucks ve Kahve Dünyası, hemen karşılarında Caffe Nero, az ileride bir başka zincir kahve dükkânına ihtiyacımız varmış. Bu yaşımdan sonra kahve tiryakisi oldum, yeminle dükkânları görmekten…


Kadıköy Moda’nın 25 senelik Alp Kırtasiyesi kapandı, yerine zincir kahve dükkânı açılacakmış. Yine Moda’da nefis bir antikacı kapandı, yerine pastane olacakmış.


Ya Beyoğlu’na ne demeli? Emek Sineması, Robinson Crusoe, İnci Profiterol ve şimdi de Rebul Eczanesi. Bunlar sadece İstiklal Caddesi’nde, benim gençliğime dair olup da zincir mağaza ve AVM uğruna kurban edilenler. Sormak istiyorum: İstiklal Caddesi’nde gayet tartışmalı ve kocaman bir Demirören AVM ve civarında birçok otel varken, tek bir caddeye daha kaç AVM ve otel sığdırılabilir? Neden? Kim için? Ne uğruna?


Üniversite yıllarım Beyoğlu’nda geçti. Orada AVM ve zincir mağaza anlayışına kurban giden hemen her dükkânda anım var: İnci’de profiterol yerdik sevgilimle buluşmalarımızda… Geceleri dışarı çıktığımızda giydiğim topuklular ayaklarımızı vurduğunda Rebul’den yarabandı alırdık acıyan ayaklarım için. Emek’te seyrettiğimiz filmlerin haddi hesabı yok.


Şimdi hepsi tarih oldu… Hepsi bu kör olası betona tapan anlayışa kurban gitti. Oysa ben çocuklarıma İnci’den profiterol yedirecektim. İstiklal Caddesi’nde tramvayın peşinden koşarken düştüklerinde kanayan dizleri için Rebul’den yara bandı alacaktım. Emek Sineması’nda birlikte film seyredecektik onlarla… Çaldılar bunları benden, senden, hepimizden…


Geçmişe ait olan ne varsa hepsi beton oluyor, AVM oluyor, zincir mağaza oluyor. İstanbul’da, Beyoğlu’nda “Şunu da yapardık, şuraya da giderdik” dediğimiz yerler tek tek yok oluyor.


Tek bir yer var geriye kalan… O zamanlar “uğursuz” dediğimiz, gündüz bile geçmeye korktuğumuz bir park…


Tüm bu kapanan, elimizden alınan tarihin mirası olarak, bir o kaldı geriye…


Gezi Parkı.


Hiç olmazsa onu vermedik.


ONU vermedik.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.