Her yer Zülfü kaynıyor!
Sene 1979. Okullar açılalı 10 gün olmuş, olmamış. Birinci sınıftayım. Sınıflar çok kalabalık, veliler her gün okulda, ‘Bu sınıfları bölün, 70 kişi ders yapılmaz!’ diye bas bas bağırıyorlar koridorlarda.
İlhami Ahmet Örnekal İlkokulu’nun o vakitlerdeki müdürü İlhan Bey bölüyor sınıfları, ama emekliye ayrılıyor adamcağız. Yeni müdür açıklanıyor: Zülfü Kaymaz. Uzun boylu, az saçlı, damarları tenine yakın, çatlak kırmızı yanaklı, kirli sarı gömleği, kahverengiyle hardal rengi arası bir ceketi var, ceketin iki düğmesinden biri kopuk. Getirildiği makamı, odasını, koltuğunu, yaramazlık yapanların avucuna vurduğu metal cetvelini cebinden düşürmüyor, çocuk sevmiyor.
Bir 10 Kasım. Bahçedeyiz. Paltolarımızı giymiş, öğretmenin defterlere not ettirdiği, ‘Aileniz karanfil alsın, okula getirilecek’ notu yüzünden ellerimizde boynu bükük karanfillerle duruyoruz. Kimi abartmış 30 tane tutuyor getirmiş. Benimkiler bir tane yeter demiş. Tamam demişim. O zamanlar söz dinliyorum.
Saat 9’u 5 geçiyor. Siren sesinden ödümüz patlıyor. Az sonra şiirler başlayacak. Okulun en gür sesli çocuğu da önünde mikrofon, sanırsın Atatürk’le Kazım Karabekir Paşa cepheden arkadaşı, gözleri buğulu, şiirine sadakatle kürsüde bekliyor. Boğazını patlata patlata başlıyor: Atatüüüürk yurdumuzu sen…
Boyum ufak, sıranın en önündeyim. Atatürk’e sen deme samimiyetine ne zaman ulaştığımızı düşünürken, Müdür Zülfü bey’in burun deliklerinden başka bir şey göremez hale geliyorum. İmkanı yok, başka şeyler düşünmeye çalışsam da başaramıyorum. O zamanlar en sevdiğim, Yıldırım Gürses’le Zeki Müren’in öldüğünü düşünüyorum, ama durduramıyorum kendimi. Burun delikleri bir açılıyor, bir kapanıyor. Müdür bey derin bir nefes alırsa ve ben burnundan içeri kaçarsam diye düşünürken kahkahalarla gülmeye başlıyorum. Güldüğümü görüyor, kürsüden atlayarak iki adımda yanımda bitiyor. Sağ kulağımdan tutup havaya kaldırıyor!
Arkalara bir yere götürüyor. Bağırıyor. ‘Bugün üzgün olman lazımken gülüyorsun! Özür dile’ diyor. ‘Kimden?’ diyorum, ‘Atatürk’ten’ diyor. ‘Duymaz ki!’ diyorum, özür dile diye bağırıyor, dilemeyeceğimi kötü bir şey yapmadığımı söylüyorum, gözünün önünden kaybolmamı emrediyor. Kayboluyorum.
Eve dönünce babama şikayet ediyorum, güldüğüm için kulağımı çektiğini anlatıyorum. Kulağımı öyle çekmiş ki hala kırmızı. Babalar şimdiki babalar gibi değil ki, önce pedagogu arasın, evladının psikolojisini sorsun. ‘Siktir et!’ diyor babam, bir daha yaparsa ben okula gelir onu ensesinden havalandırırım. ‘Sen de ota boka gülme, bilhassa yapıyor, taltif alacağını sanıyordur, o herifi gönderirler merak etme’ diyor. İnanmıyorum göndereceklerine ama tamam diyorum.
Uzun bir süredir canım yine o gün haksız yere kulağım çekilmiş gibi sıkkın. Ortalıkta Zülfüler dolaşıyor. Biz suskunuz.
Bir vakitler birbirimizi kahkahalarımızdan, masaya oturuşlarımızdan, saçlarımızı alnımızın gerisine atışımızdan, canımız sıkkınsa ensemizde tuttuğumuz ellerimizden, aşıksak gözlerimizi kaşımamızdan, vapurda gazeteyi katlayışımızdandan, rakıya attığımız buz sayısından, zeytinleri çift mi tek mi diye sayarak yememizden, barbunyanın yanına koyduğumuz yoğurttan, böreğin yanmışını sevişimizden, çekirdeğin kabuklarını tükürüşümüzden, gazozu içerken kaldırdığımız sağ serçe parmağından tanıyan insanlardık şimdi epey tenhadayız ya ona şaşırıyorum.
Kara tahtaya konuşanları yazardı ya uyuz sınıf başkanları, şimdi susanların isimleri yazıyor tahtada.
Susanların hep haklı sebepleri var susmak için ve bir kişi hep bağırıyor. Hep aynı Zülfü. ‘Gülmeyin, özür dileyin!’
Ve ben ne vakit bir Zülfü görsem, kadın erkek Zülfüler, ne zaman kulağım çekiliyor gibi hissetsem, tam gülecekken gözlerim doluyorsa, o akşamı getiriyorum aklıma. ‘Siktir et!’ diyor babam, ‘gönderirler!’ İnanmıyorum ama bekliyorum.
YORUMLAR