Paralel evrenlerin kesiştiği bankta bir sohbet…
Tuhaf bir gün olacağı en başından belliydi, demek isterdim. Oysa her şey her zamanki gibiydi. Bir tek, hava bulutlu ve basıktı, o kadar. Güneşsizliğin hayal dünyamı durduk yere harekete geçirdiğini sanmıyorum. Ya da paralel evrenlerin kesişmesine bir katkısı olduğunu. Aksine, belki de bahar yüzünden, ilk oturduğum yerde uyuyup kalacak kadar yorgundum. O yüzden, her zaman oturduğum banka bir an önce varmak için acele ediyordum.
Sizce de garip değil mi insanoğlu? Kolunu kaldıracak gücü yokken tüm enerjisini bir banka bir an önce varmak için harcıyor. Sebep? Çünkü çok yorgun. İnsanın garipliğini hayatın kendisinde görmek de mümkün. Garip deyip geçiyorum çünkü başıma gelenin gerçekliğini sorgulamaya kalkarsam delirmem işten değil.
Bankıma varmadan, yine mesafeli köpek abimi gördüm. Her zamanki yerinden sfenks duruşuyla uzaklara bakıyordu. Saygılarımı sunup geçtim. Kendimi müdavimi olduğum banka bir çuval fırlatırcasına bırakıverdim. Acele etmeme değmiş miydi?
Tabii ki hayır. Ama kimse oturmadan bankı kapmış olmak gibi pratik bir faydası olduğunu söyleyebilirim.
Boğaz, her zamanki gibiydi. Önümden geçip giden teknelerin bazıları tanıdıktı. İnsanların da. Demek ki, benim gibi sürekli aynı şeyleri yapan insanlar ve nesneler de vardı. Yalnız olmadığımı bilmek hoşuma gitti. Yorgunluğun verdiği rehavetle şöyle bir gerindim. İyi duygular ve düşünceler üzerime hücum etti. Galiba yorgunluğum geçiyordu. Bir de şu gözlerimi kapatma isteğim olmasaydı…
Bundan sonra yaşananların gerçekliği konusunda şüphelerim var. Gözlerimi kapatmak istediğimi biliyorum ama sonrasında kapatıp kapatmadığımdan emin değilim. Tek bildiğim, denizin kesintisiz olarak karşımda olduğu ve nasıl olduğunu fark etmediğim bir şekilde on sekiz on dokuz yaşlarında bir delikanlının gelip yanıma oturduğu.
Kuru gevezeliklerin adamı değilimdir. Boş boş konuşmaktansa saatlerce susmayı tercih ederim. Üstelik yanımda kim olduğuna aldırmadan. Ya da daha yumuşak bir tabirle, gündelik diyalogları sürdürme konusunda beceriksiz olduğumu söyleyebilirim.
Ama bu garip diyaloğu başlatmak için geçerli sebeplerim vardı. Çünkü yanıma oturan bendim.
Günün birinde kendimi birine benzeteceğim hiç aklıma gelmezdi. Delikanlıya, durduk yere yanıma oturduğu için dakikalarca sinir olduktan sonra, göz ucuyla bir bakayım, dedim. Kime sinir olduğumu bilmeye hakkım vardı çünkü. İlk tepkim, tanıdık birine benzetmek oldu. Tıpkı aynalı geniş mekânlarda olduğu gibi. Önce uzaktan gördüğünüz kişinin kim olduğuna aldırmazsınız, sonra kendi görüntünüz olduğunu fark edip şaşırırsınız. Sonrasındaysa şaşırdım haliyle.
Ama bu şaşkınlık nasıl ifade edilebilir ki! Aynı bendi işte. Daha doğrusu gençliğimdi. Şimdi biraz dinlenmek ve kendi kendine kalmak için sahilde dolaşan ben, o yaşlarda romantik duygularımın önünü alamadığım için dolaşırdım sahillerde. Öyleyse, yine aynı sebeple gelmiş olmalıydım.
“Âşıksın galiba,” dedim bir diyalog başlatmak ve yüzünü daha net görmek adına. İçimde hâlâ, “bu ben olmamalıyım,” diyen bir umut vardı. Aksi takdirde kendime bu durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Cevap vermeden önce bir süre sustu.
Sonra bana dönüp gözlerimin içine bakarak “Bu kanıya nasıl vardınız?” dedi. Bense kalp krizi geçirmek üzereydim o sıra. Su götürmez bir şekilde bendim işte. Ya da o genç bendi. Bir taraftan da kendine güveni sinirimi bozuyordu. Üstelik göz göze geldiği halde beni tanımamıştı. Altı üstü on altı yaş büyüktüm ondan. Ne kadar tanınmaz hale gelebilirdim ki. “Senin yaşındayken âşık olduğum için giderdim sahillere,” dedim. “Bir de sevgilimle kavga etmişsem aşk ve kadınlar hakkında düşünmek için.” Önce yine cevap vermedi. Bense az önce beni tanımamasının verdiği sinirle gülümsüyordum kötü kötü. Benim gibi görünecekti işte on altı yıl sonra.
Öyleyse bu neyin kendine güveniydi! “Peki, ne düşündünüz benim yaşlarımdayken kadınlar hakkında?” “Bazen onları çok iyi anladığımı düşündüm. Bazen de çok karmaşık olduklarını. Ama aslına bakarsan bütün bu düşüncelerin sonunda kendime varmaya çalıştığımı görüyorum şimdi.” Son söylediğimle biraz ilgilenir gibi oldu.
“Yani” dedi, “her erkeğin içinde onu kendisi yapan bir kadın mı var, demek istiyorsunuz?” Zeki çocuk, dedim içimden. İşte aynı ben. “Belki de kadınlar. Sanırım gerçekten kendine varmak ve sonunda mutlu olmak istiyorsan önce onları mutlu etmelisin. Ama gerçek bir mutluluktan bahsediyorum. Sadece senin verebileceğin bir mutluluktan. Bir başkasının ya da başka bir şeyin değil.” “Ben, sadece bir kadını sevdiğim için buradayım,” dedi. “Diğerleri beni ilgilendirmiyor.”
Aslında şimdi ona benim gençliğim olduğunu söylemenin tam zamanıydı. İşe, hayatına giren kadınların kronolojik bir sıralamasını ve duygusal zekâlarının kısa bir karşılaştırmasını yaparak başlayabilirdim. Böylece bu konuşmadan çıkardığı derslerle bugünümü iyileştirme olanağı yakalamış olurdum. Onun yerine “Seni terk edecek,” dedim. Gençliğim olduğuna inanmayacağını biliyordum. Fantastik şeylere inanmayacak kadar gerçekçi olduğundan değil, herkese ve her şeye şüpheyle yaklaşmak gibi tipik bir özelliği bulunduğundan. “Bu senin ilk yıkımın olacak. Ama benim yaşıma geldiğinde, çok daha fazla sevdiğin bir kadın olacak hayatında. Çünkü acının toprağını ne kadar derin kazarsan, o kadar derinlere kök salar benliğin.” “Aşk acısı mıdır benliği olgunlaştıran şey?” dedi. “Bir de ölüm var,” dedim. “Ama denizi küstürmeyelim şimdi.”
Bir süre ikimiz de sustuk. “Peki, şimdi ne düşünüyorsun kadınlar hakkında?” İlgisini uyanık tutmak için bir süre daha sustum. Sonra da “Artık düşünmüyorum,” dedim. “Sadece seviyorum.” Zeki bir çocuk olduğunu kendimden bildiğim halde, anladığını sanmıyorum. Öyle olsaydı, “Kolayına kaçmak sizin bu yaptığınız ve size benzememek için elimden geleni yapacağım.” demezdi.
Ben de, benimle aynı fikirde olan bir çift göz aramak için etrafıma bakınırken yanıma gelen mesafeli köpek abimle göz göze gelmezdim. Diğer tarafa döndüğümdeyse gitmişti. Oysa ona, bana benzemek senin kaderin, demeyi planlıyordum.
Şu durumda, uyanıkken düş gördüğümü söyleyebilirsiniz. Ya da tatlı bir akşamüstü şekerlemesi yaptığımı ve anlattığım her şeyin aslında bir rüya olduğunu. Peki, bankta unuttuğu kitabın kapak içindeki 1997 Ağustos / Erkut Özal yazısına ne diyeceksiniz?
Tam da bu kitabı, yani Borges’in “Kum Kitabı” adlı kitabını ilk aldığım ve okuduğum günler.
İşin içinden çıkamıyorum. Aslında mesafeli köpek abim tanık yaşadığım bu garip olaya. Ama şimdilik susuyor ve ben de ona sormaya çekiniyorum. Belki ilerleyen haftalarda konuşur da, sizi ikna etmek için güvenilir bir tanığım olur benim de. Bu günün en büyük kazancı, yanıma gelip dostluğunu paylaşma lütfunde bulunması. Keyfini çıkarmak ve saygıda kusur etmemek lâzım…
YORUMLAR