Dilsizin dilemması ya da kesildikçe büyüyen ağaçlar…
Sevgili okur,
Günlerdir Taksim Meydanı’nda hiçbir şey olmadı. Ben de orada değildim zaten. Gezi Parkı direnişi, Taksim’in simgesi olan bir parkın ağaçlarının kesilerek ve yerlerinden sökülerek, yerine Taş Kışla’nın yeniden inşası, adı altında alışveriş merkezi ve rezidans yapılmasına tepki olarak başlamadı.
İnsanlar, önce doğa savunucuları olarak parkta çadırlarını kurup ağaçları korumak için nöbet beklemedi. Sonra onlara, ben yaptım olducu zihniyetin karşısında yer alan ve bu cendereden çıkmak isteyen insanlar katılmadı.
Çadırlarının önünde oturup hep birlikte büyük bir dayanışma ve inanç içinde HES’lerden, ranta evrilen kentsel dönüşümden, nükleer santrallerin zararlarından ve her daim bizim adımıza karar verme heveslilerinin fütursuzluğundan bahsetmediler. Onlara sivil toplum örgütleri, sendikalar, taraftar grupları, sinemacılar, tiyatrocular, müzisyenler ve hatta milletvekilleri katılmadı. Kalabalık, ağaçlar için ağaçlarla birlikte şarkı söylemedi.
Tepkisini, şarkılarla, türkülerle ve alkışlarla dile getirmedi. Dolayısıyla, onları en başından beri izleyen emniyet güçleri, parktan sürmek için alışılagelmiş şafak baskını yapmadı. Kamp kurmuş olanların çadırlarını sökmedi, ateşe vermedi, kimseye orantısız güç kullanmadı. Buna karşılık, onlar da yeniden çadırlarını daha büyük bir inanç ve kararlılıkla kurmadı. Şarkılarını ve türkülerini daha yüksek bir sesle söylemedi. Bu ses, Taksim Meydanı’ndan çıkıp önce ülkenin dört bir yanına, sonra dünyaya yayılmadı. Sesin gittikçe gür çıkmasından hiç kimse endişelenmedi.
O yüzden ikinci şafak baskınında daha da orantısız bir güç kullanılmadı. Hatta sinemacı-milletvekili olarak çifte temsil sıfatıyla kendini kepçelerin önüne atıp yıkımı durduran bir milletvekili, omzuna isabet eden bir biber gazı kapsülüyle hastaneye kaldırılmadı. Tedavisinin ardından tekrar Gezi Parkı’na dönmedi.
Ağaçları korumak kadar nahif bir amaç için bir araya gelen insanlara yapılan sert müdahaleye tepki, Meydan’dan taşarak, ve artık başka bir amaç uğruna, evlerin içine kadar ulaşmadı. Başı örtülü örtüsüz yaşlı teyzeler, amcalar, anneler, babalar ve meydana gelemeyenler tepkilerini tencere ve tava çalarak, ışıklarını açıp kapayarak göstermediler. Bununla yetinmeyip sabaha karşı Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçip Taksim’e gelmediler. Kalabalık, tamamen sivil bir inisiyatif olarak gittikçe büyümedi.
Ağaç nöbeti, yeni gelenlerle birlikte el değiştirmedi. Yeni gelenler parkın ortasında, çimlerin üstünde, ağaçların altında sanki evlerindeymiş gibi rahat değildiler ve aralarında, işten çıkıp ya da işini bırakıp gelenler, sınavlarına girmemeyi göze alan üniversite öğrencileri ve o sınavları yapmayı erteleyen hocalar yoktu. Çığ gibi büyüyen kalabalık, sosyal medya üzerinden organize olmadı. Bu sebeple hiç kimse, “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” diyen zamanın Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Emrullah Efendi gibi, Şu Facebook’la Twitter olmasaydı kamuoyunu ne güzel bilgilendirirdim, demedi. İnsanlar, gerçekleri öğrenmekten mahrum kalmasın ve doğa dostu sade vatandaşlar organize olabilsinler diye sinyal bozucular ve başka marifetler yoluyla iletişim engellenmedi. Buna rağmen kalabalık gittikçe büyümedi, memleketin ve dünyanın herhangi bir yerinde konuşulur hale gelmedi.
Emniyet güçleri, kesilmesi için güvenlik sağladıkları ağaçların gölgesinde oturmadılar. Yorgunluklarını gidermek için ağaçların serinliğinde şekerleme yapmadılar. Ardından, o güne kadar yapılan en sert müdahaleyle insanların üzerine yürümediler. Biber gazını, misafire kolonya döker gibi sıkmadılar.
Sonra yeni misafirleri için kolonya bitince, yerine portakal gazı olduğu iddia edilen ve aslında böcek ilacı olan gazdan kullanmadılar. Hatta sokak hayvanlarının bile yüzüne biber gazı sıkılmadı. Doğayı seven insanlar, birbirleri dışında sokak hayvanlarına da yardım etmedi. Taksim, İstiklal Caddesi, Harbiye, Dolmabahçe, Beşiktaş ve ülkenin birçok şehri tazyikli suya ve biber gazına maruz kalmadı. İnsanların üzerlerinden helikopterler ışık konileriyle geçmedi. Biber gazının ve tazyikli suyun etkisiyle tek bir insanın kılına zarar gelmedi. Meydanlar bir tarafa, sokak aralarında sürek avı yapılmadı. AKUT, dumanlar ve sular arasında yardıma ihtiyacı olan var mı, diyerek dolaşmadı. İnsanlar, dağılıp dağılıp toplanarak tekrar Meydan’a doğru büyük bir kararlılık ve sağduyuyla yürümediler. Hatta fırsatı ganimet bilen şehir eşkıyalarını sağduyuya davet etmediler ve onların zarar verme amaçlı hareketlerini engellemediler. Sürecin sonunda, kendi hayatları ve şehirleri hakkında ortaklaşa karar alınmasını isteyen insanlar mesajını kimseye iletmedi.
Nasıl yaşayacaklarına, nerede gezeceklerine ve neyi savunacaklarına karar verme haklarının kendilerine ait olduğunu ve bunun da demokrasinin gereği olduğunu ilgili kişiler öğrenmedi.
Taksim’e gelenler bütün bu yaşananların ardından, geldikleri günkü saflıkları ve sadelikleriyle hep beraber etrafı temizlemedi. Temizlik işçileri bu durumdan hiç hoşnut kalmadı.
Tekrar söylüyorum. Günlerdir Taksim Meydanı’nda hiçbir şey olmadı. Dolayısıyla hiçbir şeyin olmadığı bir meydanın yazısını da yazmadım. Bankıma oturdum.
Uzaklara daldım. Sorunsuz, demokratik, özgür, kısacası güllük gülistanlık memleketimin keyfini çıkardım. Ama nedense, bu kez masmavi bir su değil de, gittikçe büyüyen yemyeşil bir orman gördüm. Biber gazı yeseydim ancak böyle bir hayal görürdüm dedim, güldüm geçtim.
YORUMLAR