Ayrılık güncesi: Hiç büyümeyen küçük sevgiliye…

Şarkı söylüyorum. Sırf evde bir ses olsun diye. Işıklar kapalı. Pencerenin önündeyim. Dışarıya bakıyorum bir taraftan. İçimde bir kıskançlık. Işıklı evleri kıskanıyorum. Durmaksızın akan bir nehrin dibinde kımıltısız bir taş gibiyim. Var olup olmadığı kimse tarafından bilinmeyen. Yalnızlık demeyeceğim ısrarla. Susuyorum. Belki de pencereleri açmalıyım. Evi havalandırmak için değil, içeriye rüzgâr girsin diye. Şarkı söylerken de düşünebilirdim aslında. Tekrar başlıyorum. Taşların yaptığı tek eylemdir belki de düşünmek. Zaman üzerlerinden bir su gibi akıp giderken.


Günlerin pişmanlık getirdiği bir yolun başındayım şimdi. Akıntıyı tersine çevirmek mümkün mü? Evet, olabilir. Peki bu taşın kaderini değiştirir mi? Su ya da zaman ister ileri, ister geri aksın, yine de yıpranan taş olmayacak mı?


Yataktan kalkmak istemediğim bir gündü. Gözkapaklarımın üzerinden güneşin yolculuğunu izledim. Önce sarı parlak bir ışıktı. Sonra gittikçe koyulaşarak tatlı bir turuncuya döndü. Aslında bir kâbusla uyandım. Ama gözlerimi açmadan. Açtığımdaysa bir rüyayı hatırladım. Belki de gün boyunca, yatakta öylece pineklerken gördüğüm bir rüyaydı. Hayatım, rüyalarımla kâbuslarım arasına gerilmiş bir bilinçsizlik hali bir süredir. Rüya, kâbus, uyku, uyanıklık… Ne kadar sürecek bu böyle, bilmiyorum.


Üç kişiydik. Taksim’de bir gazete bayiinin yanında şarap içiyorduk. Şişeden bir yudum alıp yanımdaki adama verdim. Adam, şişeyi bir dikişte bitirdi. Sırıtarak duvara çarpıp elindeki parçayla bileğini kesti. Dehşete kapıldım. Sonra yine sırıtarak kanlı elleriyle yüzümü okşadı. Her yer kıpkırmızıydı. Yanımdaki kadınla göz göze gelip ne olduğunu anlamaya çalıştım. Onun hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Sadece gazete bayii olayı görüp polis çağırdığında beni de çekiştirerek kaçmaya çalıştı, o kadar. Polis bizi kovalarken kadının yüzümdeki kana ve bileğini kesen adama karşın, nasıl bunca umursamaz olduğunu düşünürken uyandım. Gözkapaklarımın üzerinde günün ilk ışıkları dolaşıyordu.


Gözümü açtığımdaysa uzak bir denizin açık mavi suları içindeydim. Tıpkı onun gözleri gibi. Suyun içinde öpüşüyorduk. Her yer masmavi bir ışıltı içindeydi. Önce o çıktı suyun yüzeyine. Derin bir nefes alıp öpüşürken bana verdi. Sonra aynısını ben yaptım. Sırayla yüzeye çıkıp nefes alarak suyun altında sarılıp sadece öpüştük. Mutluyduk. Garipti ama hiç olmadığımız kadar mutluyduk. Fazla insancıl bir rüyaydı. Saflığı dehşet vericiydi. O yüzden kâbustan daha çok korkuttu beni.


Oturduğum yerden kalkıp evin bütün pencerelerini açtım. Rüzgâr, evin içinde hafif bir ıslık gibi dolaşmaya başladı. Tüm ışıkları da yaktım. Giyinip evin önüne çıktım. Kıskandığım ışıklı evler gibi olmuştu şimdi benimki de. Öyleyse niye hâlâ şarkı söylüyordum?


Evimi ardımda bırakıp yollara düştüm. İlk durağım sahildeki banktı. İçimden, “Ne şarkı, ne rüzgâr, ne ışık; hiçbiri bir sen etmiyor” dedim ona. Üstümde yıldızlı bir gökyüzü, önümde lacivert bir deniz, sonrası için mavilikler diledim…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.