Sait Faik'i An(la)mak
İstanbul ardımızda kaldı. Sadece bu gece için. Burgazada’ya doğru yol alıyoruz. Hiç dönmesek diyorum içimden. Bize de bir kuytusu vardır elbet. Sığınmak için değil, kendimizi kendimize açabilmek için. İstanbul’un çağrısı, ondan uzaklaşırken daha da kuvvetli. Işıktan bir ufuk olmuş, tüm uzamı kaplıyor. Bir süre seyrediyorum. Hava açık. Gökte yıldızlar. Altında ışıklardan bir Samanyolu. Kıyıdan açılırken denizin karanlığında nasıl yol alacağımızı düşünmüştüm. İçine girince laciverte döndü karanlık. Ay, gümüşsü bir aydınlık yarattı.
Gecenin aydınlığında Ada’ya doğru yaklaşıyoruz şimdi. Teknenin burnu suyun yüzeyine bir v harfi çiziyor. Denizi düşünüyorum. İçini. Hangi balık görüyor şu an çizilen harfi acaba? Ya da ne görüyor? Gürültümüzden kuytulara mı kaçtılar yoksa? Peki, denizin en dibinde kendi kuytusu içinde yaşayanlar? Mesela Dülger Balığı? Bizi görmüş ya da duymuş mudur? Sanmıyorum. O başkadır işte. Ne bazı balıklar gibi ürkek, ne de meraklı ve sokulgandır. Suyun içinde el ayak çekilince, kendi kuytusunu da sırtlanıp dolaşmaya çıkar. Aslında kimse bilmez nerede yaşadığını. Onu sadece geceleri görürler. Düşünceli düşünceli dolaşırken. Denizlerin peygamberidir o. Sırtında Hz. İsa’nın mührünü taşır. İşte o yüzden hiçbir balıkçı onu yakalayamaz. Yakaladıklarında da bilirler ki, bu Dülger Balığı’nın rızasıyladır. Her iki âlemin de mutluluğu için kendini feda etmiştir. Suda balıklar, karada insanlar için.
Kalpazankaya’nın ardına demir atacağız, diyor birisi. Burgazada’ya gelmişiz ben Dülger Balığı’nı düşünürken. Şimdi Ada’nın arkasına dolanıyoruz. Neden Dülger Balığı? Çünkü Burgazada. Sait Faik’in Burgazada’da yaşadığını ve öykülerinden birinin adının “Dülger Balığı’nın Ölümü” olduğunu hatırlayanların kurduğum bağı yadırgamayacağını biliyorum. Zincir boşalıyor. Çapa suyun altını tarıyor. Motor susuyor. Artık sadece sessizlik var. Plansız bir yolculuktu bu. İşte o yüzden güzel. Sessizce kadehlerimizi dolduruyoruz. Kim neye içiyor bilmiyorum ama ben Sait Faik’e içiyorum. Onun karasularındayım çünkü. Burgazada’yı ilk onun kitaplarından öğrendim. Kalpazankaya’yı ve adaları da. Tekne, hafif dalgalarla birlikte sallanıyor. İçsesimle dalgaların ritmi bir. Aynı anda huzur ve coşkuyla doluyor içim. Birileriyle paylaşmak istiyorum. Ama anlaşılamamak korkusu? Ya da yanlış anlaşılmak? Kaygılarımdan kurtulup kendi kuytuma gömülüyorum. Bir duygunun, bir sesin, bir aşkın varlığı için sadece kendine ihtiyacın var. Paylaşmaya değil. Öyleyse var olmanın şerefine!
İçkimiz tükenmek üzere. Demir almak niyetindeyiz artık. Ben teknenin kıçına oturmuş, ay ışığının altındaki orman karaltısını seyrediyorum. O sırada “Hişt hişt!” diyen bir ses geliyor kulağıma. Gayriihtiyarı teknedekilere bakıyorum. Herkes kendi âleminde. Bir daha sesleniyor. Artık teknedekilerden gelmediğini biliyorum. Ormandan, yıldızlardan, sudan hatta Dülger Balığı’ndan bile geliyor olabilir. Kendi kendime gülümsüyorum. Demir alıyoruz. İstanbul yokluğumuzu umursamasa da. Burnumuzu ışıktan ufka döndüğümüzde “Hişt hişt!” diyor yine ses. Tekrar ardıma bakıyorum. Kalpazankaya’nın üzerinde iki karaltı. Biri bir köpeğe, diğeri de fötr şapkalı bir adama benziyor. Köpek neşeli neşeli dolanıyor. Fötr şapkalı adamsa bana bağırıp “Bir hişt sesi,” diyor, “Bir hişt sesi gelmedi mi, fena…”
Teknede benden başka duyan var mı diye bakmıyorum artık. El sallıyorum ikisine de. Ardından boş şişelerin hepsinin içine “Hişt hişt!” deyip mantarlarıyla ağızlarını kapatıyorum. Ben şişeleri bir bir denize atarken teknedekilerden birkaçı bana bakıyor. Sarhoş oldu bu, diyorlar. Baksanıza, neler yapıyor. Doğrudur, diyorum. Ben Sait Faik okuduğum günden beri sarhoşum.
YORUMLAR