Vicdansızlardan satılık. Bebek ayakkabısı. Hiç giyilmemiş.

Dedem yeni ölmüştü. Hepimiz evin bir köşesinde, acı içinde cenazenin kalkacağı saati bekliyorduk. Gece yola çıkmış, sabah memlekete varmıştım. O dakikaya kadar kafamın içinde sadece bir düşünce olan ölüm, apartmanın girişine bırakılmış bir çift ayakkabıyı görünce somut bir gerçeğe dönüşmüştü. Gözlerim dolu dolu merdivenleri çıkmıştım.


Evde anneannem, çocukları ve torunları vardı. Acılı kalabalığa dahil olmuştum. Anneannemin kapısı bütün kasaba evleri gibi, her zaman herkese açıktı. Uzak ya da yakın akrabalar dışında, komşular da gelip giderdi. Biz öylece bekleşirken S. geldi. S., ben yaşlarda, aklı vasatın biraz altında bir akrabamızdı. Küçükken anneannemleri ziyarete geldiğimizde, ara sıra onunla birlikte oynardık. Arabalara takıntısı vardı. Sürekli elinde bir direksiyon varmış gibi, o zamanlar bahçeli olan evin kapısından girerdi. Benimle, “Kim birinci olacak?” diye yarışır, kazandığımda da “Ama en birinci olamadın ki!” diyerek kendini savunurdu.


Geçip bir köşeye oturdu. Onunla pek ilgilenen olmamıştı. Ne de olsa aileden biri sayılırdı. Büyükler, cenazenin ne zaman kalkacağı ve salânın ne zaman verileceği üzerine konuşurken S., yardımcı olabileceğini söyledi. Ne de olsa bu kasabanın insanıydı. Eline bir kâğıt tutuşturuldu. Minnet dolu duygularla camiye gönderildi. Az sonra salâ okunmaya başlamıştı. İnsanın acılı gününde kendisine destek verenlerin olması ne iyi diye düşünmüştüm. Acını hafifletmese bile, katlanman için güç veriyor.


Az sonra evden çıkmak için hazırlanmaya başladık. Annem, telefonunu bulamıyordu. En son nereye koyduğunu hemen hepimiz biliyorduk. Çünkü hep aynı yerde, mutfak dolabının rafında dururdu. Ama şimdi yoktu. Sesini duyarız diye çağrı yaptık. Artık evde olmadığı kesindi. Suskunluğumuz, maalesef tek bir kişiyi işaret ediyordu.


S., o gün camiye gelmedi. Mezarlıkta da görmedik. İlerleyen günlerde karşımıza da çıkmamıştı. Onun yaptığını biliyorduk. Bir telefon satmaya çalıştığı ve dahası benzer olaylar yaşandığı kulağımıza gelmişti. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Daha da önemlisi bunu bir cenaze evinde yapmasıydı. İnsanların değil malına mülküne, acılarına, ölülerine, yaslarına bile saygısı yoktu. O gün, hırsızlığın bile bir ahlakı olmalı diye düşünmüştüm. Hırsızda bile bir vicdan olmalı. O telefonu başka bir gün de çalabilirdin. İnsanların acılarının saflığını dilediğince yaşamalarına engel olmadan.


Bugün de aynı şeyi düşünüyorum. 3,5 yaşında bir çocuğun ölümü üzerinden siyaset yapmaya kalkan vicdansızlarla dolu bu ülke. Atatürk büstünü öperken görülen bir fotoğrafı üzerinden ülkenin siyasi gündemine göndermede bulunup ailesini yaftalıyorlar. Gezici’ymiş, falancıymış, filancıymış diye. Bununla da yetinmeyip arama çalışmalarına katılan insanları, hükümete karşı isyan provası yapan kalabalıklar gibi göstermeye çalışıyorlar. 3. Boğaz Köprüsü çalışmalarında hayatını kaybedenler için de aynı şey söz konusu. Üç kişinin canından olduğu çalışmaların müteahhiti, sırf millete küfür eden bir kendini bilmez diye, buradan bir siyaset üretme çabasına girişiyorlar. Ya o üç kişinin ailesi? Ya Pamir’in annesi babası? İnsanların acılarını yaşamalarına ve kayıplarının yasını tutmalarına neden böylesine duyarsızca engel oluyoruz?


Artık bırakalım şu vicdanlarımızı zehirleyen siyasi körlüğü ve kapıların önüne konan ayakkabıları düşünelim. Üç kapıda birer çift erkek ayakkabısı. Eski. Bir kapıda bir çift bebek ayakkabısı. Hiç giyilmemiş.




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.