Kantaşı pembesi
Gece. Şehre sırtımı dönüyorum. Işık dediğin tuzaktır. Birileri geliyor. Suskunluğumun yanına oturup bir şeyler diyor. Dinlermiş gibi yapıyorum. Sonra eve. “Bu karanlık böyle iyi Afferin Tanrıya” mı demişti Turgut Uyar? Tam da öyle.
Sonraki gece. Sürpriz yok. Sürpriz beklentisi de. Saçları boyalı, içlerinde rüzgârlar esen kadınlar geliyor. Gülüşleri çöl tilkisi. Yüzlerinden hiç konuşmadığımı anlıyorum. Oysa, ben kimseye koyak olamam ki, demiştim gecenin bir yerinde.
Taksi. Caddeler içimde uzayıp giden bir iç ses gibi. Gözümü açsam, dünya çok üstüme geliyor. Kapasam yalnızlık karanlık bir kuyu. Nereye, diyor yanımdaki ses. Daha gelmedik mi, diyorum içimden. Öyleyse bu yıldızlar bana neden göz kırpıyor?
Gündüzün karanlığı. Yorgun ve mutluyum. İkisinin de bir sebebi yok. Bir tek ağaçlarla anlaşabiliyorum. Çünkü onlar asla benimle konuşmuyor.
Denge, içine beton dökülmüş bir kalptir. “Sizin alınız al inandım / Morunuz mor inandım / Tanrınız büyük âmenna” ama, artık isteseniz de benim dengemi bozamazsınız.
Berbere gidiyorum. Façası bozuk bir suret aynada. “Eee?” diyor yüzümde usturayı kaydırırken. “Anlat bakalım.” Suskunluğum nedense tedirgin edici. Unuttuğum bir bilgiyi hatırlıyorum. Konuşmak, iki kişilik bir eylemdir. Ama ben susmayı biliyorum sadece. Oysa yapacağı şey çok basit. Sadece ufak bir hareket. Sonra boynumdan sızan koyu kırmızı kan. Köpüklerle karışınca şeker pembesi. Al işte, bu kadar basit kantaşına düşman bir suskunluğu bitirmek. Sonrası tozpembe dünya. Ha susmuşsun, ha konuşmuş…
YORUMLAR