Tünelin ucundaki ışık
İşin siyasi yönünü şimdilik bir kenara bırakıp bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bu memlekette asla değişmeyen bir zihniyetten. Başımıza gelen büyük felaketlerin ardında hep var olduğunu düşündüğüm bir şey bu.
Çocukken Çanakkale’de oturduğumuz bir ev vardı. Taşra diyebileceğimiz bir memleket için şehre herhangi bir siyasinin gelmesi büyük bir olaydı. Hâlâ böyle midir bilmiyorum. Evimiz havaalanı yolu üzerindeydi. Gelen bütün politikacılar ya da devlet adamları önce önümüzden geçerdi. Çocukluğumda Turgut Özal, Süleyman Demirel gibi devrin önemli siyasi figürlerini o günlerde gördüm. O meşhur şapkayı da, o iki elini başının üstünde kenetleyip halkı selamlayan gamzeli çeneyi de.
İşte onlar gelmeden önce olanlardan bahsetmek istiyorum. O dönem, havaalanı yolu üzerinde bir çalışma başlardı. Ben sokakta oynarken belediye işçileri kaldırım kenarlarını kireçle boyardı. Bir kırmızı, bir beyaz. Elektrik direkleri de aynı şekilde üç sıra halkayla boyanırdı. Normal zamanlarda delik deşik bulunan asfalt yolun çukurlarıysa yamalı bohça görüntüsüne aldırılmadan kapatılırdı. Yolun asfalt olmasının belki de tek sebebi şehrin birkaç önemli caddesinden biri olmasıydı. Yoksa biz sokak aralarında hâlâ kum-mıcır karışımı yollarda oynuyorduk.
Kortejin geçeceği gün bütün cadde belediye tarafından bal dök yala kıvamında temizlenir, itfaiye araçları yolu sulardı. Sonra bir bakardık, uzaktan bir kalabalık, hani denizin üstünden gelen fırtına gibi bize doğru yaklaşıyor.
Fırtınadan sonra sokaklar eski haline dönerdi. Kaldırım kenarları ve direkler solar, çukurlar tekrar açılırdı. Çocuk aklımla o temizlik hoşuma gider, o günün ardından neden yine etrafı güzelleştirmiyorlar diye üzülürdüm. Sonra bir gün bir bakardık, aynı hummalı çalışmalar tekrar başlamış. Aradaki ilişkiyi kuramazdık tabii. Birkaç gün sonra bu kez fırtınanın içinden cep herkülü Naim Süleymanoğlu çıkardı.
Yıllar sonra aynı hummalı çalışmaları askerlik döneminde yaşadım. Denetleme olacak deniyordu ve başlıyorduk temizliğe. Bunun içinde çamaşır suyuyla kapıları silmekten tıraş bıçağıyla çeşitli yüzeylerdeki pürüzleri gidermeye kadar onlarca iş vardı. Sonra birileri gelir nasılsınız, iyi misiniz der, geçip giderdi. Biz de rutine dönerdik.
Soma’daki cinayette (Kimse kusura bakmasın, kaza diyemiyorum) o günden bugüne hâlâ değişen bir şey yok. Bizde denetleme kurumu, birilerinin gözüne hoş görünmek, o sırada azar işitmemek gibi devlet ya da kurum ciddiyetiyle bağdaşmayan saikler üzerine çalışıyor. Son dönemde gördüğümüz, başbakanın yolunun üzerindeki seks shop’un kapatılması ya da dolaştığı alışveriş merkezindeki iç çamaşırı satan dükkânın kepenk indirmesi gibi örneklerse denetleme zihniyetimizin günümüzdeki halini gösteriyor. Kısacası eften püften şeyler.
Soma’daki maden cinayeti işte bu kafanın ürünüdür. Sen denetim yapacağını önceden haber verirsen, birileri de seni memnun etmek için orayı cennete çevirirler. Varsın sonrasında her yer cehennem olsun. Oysa denetmen, yönetici, politikacı, devlet adamı kardeşim! Sen de domuz gibi biliyorsun ki, denetleme babanın hayrı için ya da beyefendinin sinirleri bozulmasın, gururu okşansın, ulan ne güzel yönetiyorum şu memleketi be, desin diye yapılmaz. Denetlemenin en iyisini biz biliriz, dendiğini duyar gibiyim.
Ben de birkaç ek yapmak isterim. Haber vermezsin, bir. İlgili yere gider bakarsın, varsa aksaklıkları tespit edersin, iki. Kimseye bağırıp çağırmazsın, raporunu hazırlarsın, üç. Aksaklık varsa, yasanın sana verdiği yetki çerçevesinde yaptırımını uygularsın, dört.
Ha yasalar hükümet, işveren ve sendika arasındaki ilişkiyi ahbap-çavuş ilişkisine döndürmüşse o zaman iş değişir. Her denetlediği yerin bir cennet olduğunu zannedenlerin hayatı, her ne pahasına olursa olsun cehenneme çevrilmelidir ki, tünelin ucunda bir ışık olduğu söylenebilsin.
YORUMLAR