İstanbul ve Londra sokakları

2000-2001 yılları arasında Londra’da yaşıyordum. 23 yaşındaydım, gazeteciliğe ara vermiş bir master öğrencisiydim.


Güle oynaya gittiğim Londra’da iyi bir hayatım, eşim dostum, sevgilim vardı. Rahat ve mutluydum. Ama İstanbul’u, evimi özledim. Hem de daha gider gitmez. Gideli birkaç ay olmuştu, Noel tatili geldi çattı. Ben de soluğu, bir kaç gün için memleketimde aldım.


Sokakları özlemiştim. Bavulu eve, kendimi sokağa attım...


Havaalanı, İstiklal Caddesi, Beyoğlu’nun arka sokakları, Taksim Meydanı, Beyazıt, Fındıkzade, üniversite kampüsleri...


Bir kaç ayda ülke gündeminden kopuvermiştim. Daha baştan inşa edilirken hakkıyla yapılmamış yamuk yumuk kaldırımları adımlarken, sokaklar kaynıyordu. Çevik Kuvvet, Taksim Meydanı’nda aslında her zamanki yerindeydi. Sadece sayıları artmıştı.




Birden İstiklal’de bir şeyler oluyor, hepimiz sağa sola kaçışıyor, sonra hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ediyorduk. Meyhaneden çıkmış üç beş arkadaş, evine giden iki genç... Aramızda konuşması bile geçmiyordu, kaçışmak ve sonra tekrar yola devam etmek... Sanki yağmur bastırıyor, bir damın altına sığınıyor, sonra dindiği için tekrar hayat kaldığı yerden akıyordu.


Lafı bile geçmiyordu.


Çevik Kuvvet köşelerde bekleşiyor, yanından geçilip gidiliyordu.


Belli ki şaşılacak tek şey vardı; benim şaşkınlığım. Sanki 23 yıllık ömrümün 22 yıl 9 ayı bu sokaklarda geçmemişti.


Ağır silahlarla donanmış, çelik zırhlı bu adamların, köşedeki simitçi gibi bir kentin orta yerinde günlük hayatın içinde var olması bana çok acayip geliyordu. Hatta deneyimlediğim şey bir tür şiddetti. Bu şiddete bir ömür maruz kalan varlığım, üç ay uzak kalınca bağışıklığını yitirmiş, şiddete hissizleşen ruhum acımaya başlamıştı.


O zaman mevzu neydi, kim bilir...


Ya da ondan önce, ya da ondan önce...


Biz bu hayatı, kitap almaya giderken Cumartesi Annelerinin önünden geçerek yaşadık.


Sinemaya giderken, faili meçhul yüzlerin fotoğraflarının kapladığı otobüs yanımızdan geçti.


Üniversitede derse girerken polisin beklediği kapılardan içeri girdik.


Binalara girerken üstümüz arandı.


Seksenlerde çocuktuk, oturma odamızda oyuncaklarımızla oynarken, insanların yan yana dizilmiş cansız bedenlerini ansızın televizyonda gördük. “Ölü ele geçirilmişlerdi.”


Osmanbey’de ayakkabı almaya giderken Hrant Dink’in cansız bedeninde iki yana düşmüş ayakkabılarının hatırası içimizde gezdi.


Mevzu neydi, kim bilir.


Ya da ondan önce, ya da ondan önce.


Şiddet bizim için köşedeki simitçi gibiydi, ansızın yağan bir yaz yağmuru.


Lafı edilecek bir şey değil.


37 senelik hayatım boyunca toplumsal şiddette maruz kalarak yaşadığımı söyleyebilirim. Bu şiddetin ne öznesi ne nesnesi olduğum halde. Sadece bu ülke sokaklarına doğmuş sıran bir insan olduğum için.


Berkin’in cenazesinde yürüyorum. Gazeteci olarak çok yürüyüş görmüşüm. Pek az yürüyüşe yürüyüşçü olarak katılmışım. Kortejin ne önü görülüyor ne sonu. Öyle kalabalık.


Memleketin yamuk yumuk kaldırımlarını, yıkık dökük asfaltını adımlıyoruz. Direk şiddetin acemisiyiz. Nasıl kaçışılır, nasıl kendini korursun bilmiyoruz. Toplantıdan geliyorum, üzerimde döpiyes ayağımda siyah rugan babetler var. Ufukta Osmanbey gözüküyor. Ötesi Taksim. Hava da kararıyor. “Birazdan müdahale olur” diyoruz, gökyüzüne bakıp “yağmur yağacak” der gibi. Dört kadın, Osmanbey’den dağılıyoruz.


Söylediğimiz gibi de oluyor. Biz dağıldıktan sonra ortalık karışıyor.


Metro’da insanlar bağırıyor: Hırsız var! Katil var!


Arada ben de bağırayım diyorum, kendi sesim tuhaf geliyor. Bağırmayı bilmiyorum.




Bir arkadaşımız Gezi’den bu yana gide gele öğrenmiş. Gezi yüzünden işinden de oldu. Çok güzel bağırıyor.


Yürüyüşlerde, protestolarda bağıran insanların hayalet sesleri geçmişten gelip boğazıma yapışıyor. Bir sürü acı, ne çok şiddet... Onlar, yürüyüşçü, gösterici, protestocu doğmuşlar sanmışız. Demek bağırmayı böyle öğrenmişler. Allah kimseye öğretmesin.


Şiddetten yorgunum. Maruz kalışım memleket standartlarının çok altında.

Yorgunluğumdan utanıyorum.


Rugan babetlerim, İstanbul’un sokaklarını adımlıyor. İşe geri dönüyorum. İnsanlar kendi halindeler. Birkaç kilometre ötelerinde bir çocuğun cenazesi kalkıyor. Şiddet ansızın inen bir yağmur gibi hayatlarından geçip duruyor.


Yine, 14 yıl öncesini hatırlıyorum. Yaş 23. Bir kaç gün İstanbul sokaklarını arşınlayıp Londra’ya geri dönmüşüm.


Bavulu eve, kendimi sokağa atmışım. Londra sokaklarını arşınlıyorum. Saatlerce, yürüdüğümü hatırlıyorum. Kuzey’den Güney’e. Yılbaşı zamanı. Akşam karanlığında her yer ışıl ışıl süslenmiş. Evler kalabalık, ışıkları yanıyor. Sokaklarda pek az insan var. Olanlar üçerli beşerli şarkı söylüyorlar. İki sarhoş bir köşeden çıkıyor, kahkaha atıyorlar birbirlerine yaslanmışlar. Kendi hallerine gülüyorlar.




Ne aradığımı bilmiyorum ama bulmakta kararlıyım. Uzun saatler yürüyorum. Köprüyü geçip, Thames Nehri’nin Güney kıyısına vardığımda sarı bir polis şeridiyle yol kapanıyor. Ortalık sakin. Yüz metre uzakta, kapatılan bölgede iki polis sohbet ediyor.


Oradan geçen birine, “Niye kapalı burası?” diyorum. “Protesto varmış” diyor. Şehri saatlerdir arşınlarken aradığımın huzursuzluk olduğunu o an anlıyorum. Bulmuş olmanın ferahlığı içime yayılıyor. Kuzeye doğru geri dönerken içimden “Hah bak, burada da var” diye geçiriyorum. “Her yerde var.”


Eve varınca elim televizyonun kumandasına uzanıyor. Saat 10 olmuş, haber zamanı. Gündemin ilk sırasında Londra’daki protesto var. Spiker konuşuyor. Görüntülerde beş altı kişi bağırıyor. Haberin altında “Türkler London Eye’ı işgal etti” yazıyor.



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.