Eyvah, ya sosyal medyam kadarsam!
Black Mirror diye bir dizi ortalığı kasıp kavuruyor. Her bölümde konu değişiyor ama ilk bölüm epik. İnsanların kafalarının yanında sosyal medya raytingleri djital olarak gözüküyor ve tanıdık tanımadık herkes kesintisiz olarak birbirini puanlıyor. Puanınız ise yaşamınızdaki her şeyi belirliyor. Eğer siz bir 3 iseniz bir 4 ile evlenme şansınız olmuyor. Sosyal medya puanı için yaşayan bir insanlık, bir tür fantastik hikaye resmedilmiş. Dijital çağın 1984’ü... Büyük birader bu kez elinde telefon olan herkes.
Benim de bir süredir konuyla ilgili sıkıntılarım var. Sıkıntımın nedeni sosyal medyadan sıkılmam. Kendisine olan ilgimi giderek kaybetmem. Dijital ortamlarda yaptığım işlerden de elimi ayağımı çektim. Bir tek HT Hayat’taki yazılarım dijital mecrada her hafta yer alıyor. Yani son derece analog işler ile haşır neşir bir insanım. Yoga öğretiyorum ve roman yazıyorum.
Ortada sıkıntı olacak bir şey yok gibi gözükse de aslında var. Çünkü elbette yazılarım, romanlarım okunsun ve yoga derslerime öğrenciler gelsin istiyorum. Peki iyi bir yoga hocası olmak ve iyi yazılar yazmak bu isteklerimi gerçekleşmek için yeterli mi? Maalesef yeterli gibi gözükmüyor.
Size manzarayı çok net çizeyim;
HtHayat.com için yazdığım yazılar, tahtalara vurun, çok okunuyor. Bazen yazıları sosyal medyaya koymayı unutuyorum. Editör arkadaşlarım sağ olsunlar beni zaman zaman “yazını sayfana koymamışsın” diye uyarıyorlar. Neden mi? Çünkü dünyanın en iyi yazısını da yazsam sosyal medyada kendi sayfamda post etmezsem yazı okunmuyor. Yani yazının okura ulaşması iyi ya da kötü olmasından çok yazarın sosyal medyadaki varlığının gücüne bakıyor. Siz sosyal medyaya önem verip; daha çok fotoğraf, daha çok yazı, daha çok karikatür koydukça; hayatın geri kalanında ne üretirseniz üretin tüketici bulma ihtimaliniz artıyor. Her insanın eli tanıdık olana gider.
Bense her geçen gün daha çok roman/yazı yazıp, sosyal medyaya daha az ilgi gösterir hale geliyorum. Al başına belayı! Şimdi duyuyorum ki yayınevleri sosyal medyası güçlü insanlara kitap yazdırıyormuş. Çünkü orada o kişinin sunduğu her hangi bir şeyi tüketmeye hazır bir kitle var diye görülüyor. Herhangi bir şeyi...
O kadar az insan takip ediyorum ki... Ettiklerimin hemen hepsi zaten arkadaşım ya da tanıdığım. Bu konu son haftalarda gündemime girince eşe dosta sorup etrafa biraz bakındım. Ve anladım ki biz bu ülkede "müebbet nişiz" arkadaş!
İki arkadaşımın hesabına batım. İkisi de sosyal medyayı kendi çaplarında etkin olarak kullanıyorlar. Ve ikisinin de öyle böyle değil, bayağı ilginç hayatları var. Dünyanın olmayacak yerlerine gidiyorlar, aklınıza gelmeyecek deneyimler yaşıyorlar. İkisi de iyi kötü bilinen insanlar. Garibanların ikisinin de birkaç bin tane takipçi olduğunu gördüm ağzım açık kaldı.
“Aman ya rabbim, takipçiden yıkılıyor” denen insanlara baktım; “bugün cilt bakımına gittim, hayırlı sabahlar, güzel akşamlar, kahvemi koydum, çorbamı içtim...” olay bu şekilde sürüp gidiyor ve yüz binlerce takipçileri var.
Kırk katır mı kırk satır mı?
Bu tatlı sosyal oyunu gönülden oynayana ne mutlu. Zamanın ruhu ile insanın kendi ruhunun örtüşmesi ne rahat, ne güzel...
Manevi retçilere, yani sosyal medyayı hayatına da işine de hiç sokmayana da şapka çıkarıyorum.
Sorunun odağında bir tek biz kalıyoruz. Ne yardan, ne serden geçmek istemeyenler.
Kalbimizi kaybetmeden, sosyal medyaya mecburi postçu olmadan; yaptığımız işi okurla, öğrenciyle buluşturabilir miyiz?
Sosyal medyadan uzak, kalbinize yakın olmak mümkün mü?
Yaşayıp göreceğiz...
YORUMLAR