Devler Ülkesi - Bölüm 1
Gece karanlığında çantamı sırtlanıp hostelin kapısına ilerliyorum. Saat 4. Hostele bekçilik yapan adam uyukladığı sandalyeden irkilerek kalkıyor, kapıyı açıp, gelen şoföre bişeler söylüyor. Bildiğim 3-5 kelime Fransızca'yla selam edip çantamı arka, kendimi ön koltuğa atıyorum.
Burası Morondava. Madagaskar'ın en batısı. 2 gün önce sabahın köründe başkent Antananarivo'dan yola çıkıp, 13 saatte buraya varıyorum. O gece dinlenip, sonraki gün tüm mekanlara fiyat soruyorum. 1 gece 2 günlük bi tur peşindeyim. Pahalı pahalı fiyatlardan sonra dişime göre bi teklif alınca mutlulukla kabul ediyorum. Buralara gelmemin ve bu pazarlıkları yapmamın önemli bi nedeni var: Baobablara kavuşmak.
Bindiğim şey sanki bi oyuncak araba. Şoför de İngilizce bilmiyor. Dünkü pazarlıkların, düşük fiyatlı teklifin nedeni anlaşılıyor. 4x4'lerin, İngilizce konuşup rehberlik de yapacak şoförlerin karşılığıymış meğer o pahalı pahalı fiyatlar. Macera sezip sırıtıyorum.
Şoför, minicik ve sürekli gülen bi adam. Bi gayret bişeler söylüyor, ehe ehe diye karşılık vermeye çalışıyorum. 3-5 kelime İngilizce ve 3-5 kelime Fransızca bizi 5 dakika falan idare ediyor. Sonrasında sessizlik içinde karanlıkta yol alıyoruz Mösyö Rodin'le.
Araba Allahlık. Zaten kutu gibi, bi yandan da her yeri gıcırdıyor. Düz kontakla çalışıyor, sabit bi mazot kokusu var, silecekler çalışmıyor; kapıların bi kısmı içeriden açılmıyor, açılanlar da tam kapanmıyor. Kapıya yüklenmemeye dikkat ederek sağı solu izliyorum. Bi hareketlenme oluyor. Araba yavaşlıyor ama durmuyor, Mösyö Rodin araba gider haldeyken el fenerini debriyaj-fren-gazın olduğu bölgeye tutuyor. Tutarken araba yoldan çıkmaya başlıyor, "Aman başgan! Höyt!" falan muadili sesler çıkartıyorum, direksiyonu toparlıyor, azıcık gidip yeniden fenerle yere bakmaya devam ediyor. "Hah!" diyorum, "İyi halt ettin Baran ucuza kaçarak. Şimdiden bozuluyor araba, kesin frenlerde falan bişe var. Gün doğumu planı yalan olacak." Bi süre sonra duruyor tamamen. Dışarı çıkıyor, içeri giriyor. Yere eğilip, fenerle uzun uzun inceliyor. "Başka araba gönderirler mi acaba?" Umudumu kesmeye yakın kapıyı kapatıp, gülerek çalıştırıyor arabayı yine düz kontakla. Allah'a emanet devam ediyoruz yani. 5 dakika sonra ayağımı elektrik çarpıyor, yerimde zıplıyorum. "Ulan elektrik kaçağı var demek ki, yanacak mıyız, çarpılacak mıyız, patlayacak mıyız, gram da anlamıyorum bu işlerden." Ayağım durup durup sızlıyor, çarpılma hissi daha hafif haliyle tekrar ediyor arada. Bi 5 dakika daha geçiyor. Yine sağ ayağımda, daha da beter bi çarpılma hissediyorum. "Lanet olsun be!" deyip, telefonun fenerini ayağıma tutuyorum. Işık ve hareketle irkilen kocaman çıyan delirmiş gibi hareket edip, tekrar tekrar hamle yapıyor ayağıma. Ondan beter irkilip ayağımı kaçırmaya, refleks halinde ezmeye çalışıyorum. Çıyan arabanın içinde gözden kayboluyor. Mösyö Rodin'e bakıyorum, gülüyor. Elektrik kaçağından ölme/hastanelik olma fikriyle Madagaskar çıyanının zehrinden ölme/hastanelik olma fikri yer değiştiriyor. Madagaskar'da ölümcül zehirli hayvan olmadığı bilgisi ve Mösyö Rodin'in rahatlığıyla rahatlamaya, bazen sızlayan ayağım havada, bazen bağdaş halinde çıyanın yeni saldırılarından korunmaya çalışıyorum. Derken, kapım açılıyor, neye uğradığımı şaşırıp içeri sokuluyorum, araba yavaşlayınca kapatabiliyorum. Mösyö Rodin'e bakıyorum, yine gülüyor. Mösyö Rodin her şeye gülüyor.
Güneş doğmadan az önce Avenue of the Baobabs'a (Baobab Bulvarı) varıyoruz. Arabadan iniyorum, yüzümde kocaman bi gülümseme, çocuk mutluluğuyla yürüyorum. Yıllardır hayretle baktığım fotoğrafın içindeyim. Devler ülkesindeyim.
Toprak yolu çevreleyen onlarca baobab ağacından ötürü buraya Baobab Bulvarı deniyor. En yakınımdaki baobaba hasretle sarılıp öpüyorum. Kocaman, kalın bi gövde tek parça halinde 30-40 metre yükseliyor, tepeye doğru garip garip dallar fışkırıyor. Bu garip, köke benzeyen dallara "roots of the sky" (gökyüzünün kökleri) diyorlar. Bu devin yanında kurşun asker gibi kalıyorum. Ve bu devlerden onlarcasıyla çevrilmiş durumdayım.
Baobab binlerce yıl yaşayabiliyor. Yılda 1 cm uzuyor ve 30-40 metrelere ulaşabiliyor. Yağmursuz aylar geçirse gık demiyor. Yangında yanmıyor. Yıldırımla ölmüyor. Yüzlerce metreye uzanan kökleri sayesinde kasırgayla bile yerinden sökülmüyor, devrilmiyor. İçindeki süngerimsi doku nedeniyle kereste olarak insanların işine yaramıyor. Kesilince yeniden sürgün veriyor, delik açılırsa kapatıyor. 90 yılda vermeye başladığı meyveleri C vitamini ve kalsiyum deposu. Dünyada 7 çeşidi var, 6'sı Madagaskar'da; onların da 3'ü Madagaskar'ın batısında, yani bu bölgede. Bu yarı ölümsüz devi tehdit eden tek şey, küresel iklim değişikliği. Haa, en önemli şeylerden birini atlamayayım: Baobab, Küçük Prens'in ağacı.
Güneş doğuyor. Benden başka yabancı yok bulvarda. Işığın açısı nedeniyle turistler gün batımını tercih ediyormuş. Tek tük köylüler geçiyor toprak yoldan; kağnılarla, bisikletlerle, yürüyerek. Uzun uzun bakıyorum baobablara, dokunuyorum, sarılıyorum. Dönüş yolunda, gün batımında da ziyaret edeceğimi bilerek, elveda demiyorum ayrılırken.
Yol gittikçe kötüleşiyor. Koca koca çukurlara girip girip çıkıyoruz. 15 dakika sonra ana toprak yoldan da sapıp iyice garip bi yola giriyoruz. Biraz ilerleyip bi kulübenin yanında duruyoruz. Mösyö Rodin gülerek eliyle işaret ediyor. Baobab Bulvarı'ndan sonraki hedefe gelmişiz: Aşık Baobab.
2 dev birbirine zarafetle sarılmış, gövdeleri bir olmuş. Tek vücut halinde, ihtişamla göğe yükseliyorlar. İnsanlar bu bir olmuş 2 baobaba Aşık Baobab adını vermiş, hikayelere, efsanelere konu etmişler. Tamamı Madagaskar'da olmak üzere, 10'dan azmış bu aşıkların dünyadaki sayısı. Hasretle, hayretle, saygıyla ve taşan bi sevgiyle sarılıp, tüm aşık erkek ve kadınlar adına öpüyorum uzun uzun Aşık Baobab'ı.
Ana toprak yola çıkmak üzere garip yoldan geri dönüyoruz. Sallana sallana giderken benim kapı yine açılıyor. Ben refleks halinde yine içeri sokulurken Mösyö Rodin de benim kapıya bakıyor, bu sefer ikimiz de gülüyoruz. Giden arabada kapıyı yakalayıp kapatmaya çalışırken acı bi fren sesi duyuyorum. Kafamı kaldırdığımda ön cama yapışmış bi adam görüyorum, dehşet halindeki yüzüyle içeri bakıyor, kendisi bi yana, bisikleti öbür yana düşüyor. Hiçliğin ortasında trafik kazası yapmayı başarıyoruz. Mösyö Rodin arabadan iniyor, iddialı cenabetlikteki (Madagaskar'ın kırsalının kırsalının kırsalında bisikletle giderken arabayla çarpılmak nedir ya) genci yerden kaldırıyor. Ardından bisiklete yöneliyorlar. Bi iki vurup bisikletin eğrilmiş yerini düzeltiyorlar. Herif bisiklete atlayıp hayatına devam ediyor. Tartışma yok, sitem yok, arabesk yok. Mösyö Rodin gülerek arabaya biniyor.
Çukurlar artıyor, çukur olmayan yerler de tırtıklı tırtıklı. Her saniye sarsılarak ilerliyoruz. Tozun toprağın içinde elinde sopalarla gençler beliriyor. “Pusuya mı düştük, noluyor?” diye kıllanıyorum. Madagaskar'la ilgili bolca pusu, soygun, yaralama hikayesi okumuşluğum var forumlardan, öyle kuru kuru paranoya yapmıyorum yani. Mösyö Rodin camı aralıyor, torpidodan birkaç banknot çıkartıyor, gençlere bişeler söyleyip, arabayı durdurmadan camdan paraları fırlatıyor. "Alala, para vermezse saldırıyorlar mı acaba sopayla? Camları mı kırıyorlar?" 1-2 defa daha tekrarlanıyor bu durum. Anlıyorum ki, sopa sandıklarım çok küçük ağızlı kürekler aslında, gençler kürek kürek toprak atıp, çukurları dolduruyorlar. Geçen şoförlerden de bahşiş topluyorlar.
Bi süre sonra köyler başlıyor. Geçtiğimiz bomboş, çok kurak, sadece baobab olan yerlere kıyasla daha yeşil, belli ki az da olsa suya erişimi olan yerleşimler. Derme çatma evler, arabanın içine merakla bakan insanlar. Araba duruyor. Mösyö Rodin "Baobab Sacre." diyor. Kutsal Baobab. Baobab Bulvarı ve Aşık Baobab'ı biliyorum da, bu bonus oluyor. Gösterdiği yere ilerliyorum, arkadan seslenip, sandaletlerimi çıkarmamı söylüyor. Sandaletlerimi dallardan yapılmış çitlerle çevrili alanın dışında bırakıp güzelliğe doğru yürüyorum. Gördüğüm tüm baobablardan daha yaşlı ve büyük, gövdesinin altı Madagaskar bayrağı renginde kumaşlarla sarılmış, etrafında adaklar adanmış Kutsal Baobab... Saygımı, sevgimi bolca sunup, yanında iyice böcek kadar kaldığım bu devle fotoğraf çektirip, arabaya dönüyorum.
Köylerden uzaklaşıyoruz. Yol bozularak devam ediyor. 2 teker yukarıda 2 teker aşağıda, yavaşlayarak hızlanarak, usta usta manevralarla sürmeye devam ediyor Mösyö Rodin. Yanımızdan 4×4'ler geçiyor, zaten yol boyunca gördüğüm 4×4 olmayan tek araç bizimkisi oluyor. Hala nasıl ilerlediğimize hayretler ede ede, Mösyö Rodin'in şoförlüğüne hayran ola ola, sarsılmaktan yorgun düşe düşe beklediğim tabelayı görüyorum.
Sürekli gıcırdayan oyuncak arabamızla, kocaman fotoğraf makineli yaşlı turistlerin meraklı bakışları arasından geçip, bakımlı 4×4'lerin yanına park ediyoruz.
Kirindy Milli Parkı'na böyle komik bi muzafferlikle girebildiğim için çocuk gibi sırıtıyorum.
YORUMLAR