Bateri solo

Geçen senenin başları. Sittin zaman sonra bi sinemaya gideyim dedim.


Loving Vincent diye bi film. Birkaç ay önce Bilge tavsiye ettiydi. Festivalde izlemiş, çok beğenmiş. Sinemaya gelsin ya da internete düşsün diye bekliyordum, anca kısmet oldu izlemek.


3 sene fiilen yaptığım avukatlık dahil, hayatın hiçbir alanında derinlemesine teknik bilgiyle ilgilenmedim henüz. Hep leyla gezdiğim ve(ya) büyük tembel olduğum için muhtemelen. Alengirli sinema eleştirisi boyumu aşar yani, düz izleyiciyim ben. Bununla birlikte, tüm kalbimle şuna inanıyorum: Sinema=Büyü. Bazı yönetmenler de net peygamberler. Hemen hemen aynı şeyi, bi de müzik ve bazı müzisyenler için hissediyorum. Bazı filmler/şarkılardan sonra coşkuyla şükrettiğim oluyor mesela, insan bedeninde takıldığım, bu çağın çocuğu olduğum ve bu büyülü ruhların muhteşem renkleriyle bağlantı kurabildiğim için. Tapınır gibi izliyor/dinliyorum. Birine izletir/dinletirsem aynı hali bekliyorum ayrıntıları kaçırmamaları için. Telefonuyla ilgilenene, konuşana, sonunu bekleyemeyene falan büyük gıcık oluyorum, nazımın geçtiklerini alenen darlıyorum vs.


Loving Vincent, büyük ressam Van Gogh’un deliliğine/dehasına yaraşır bi özgünlükte çekilmiş. 100’den fazla ressam 65000 küsür yağlı boya resim yapmış bu film için. Tablo geçişleriyle örülmüş bi film kendisi. Masalsı güzelliği bi kenara bırakılsa bile, sırf bu manyak emek için izlenir bence.


Salonun yarısı falan doluydu. Filmi bekleme hallerine, başlayınca verdikleri tepkilere falan baktığımda, rastgele bilet almamış, özellikle bu filmi merak etmiş insanlarla bi arada olduğumu varsaydım. Oh çekip, film öncesi son anları geçirmekteyken, telefonlarının ışığıyla karanlığı yara yara gelen son dakikacı çift yanımdaki boş koltuklara yöneldi.


Daha popoları koltukla kavuşmamıştı ki, erkek ve dişinin çiftleşme dansı başladı. Erkeğin sesini alçaltmaya bile uğraşmadan yaptığı zayıf komiklikler, dişinin cevabı çok belli soruları heyecanla sorması vbz. sinema salonu ekosistemi kurları. Şanlı torrent müessesesi sayesinde nicedir muaf olduğum bu eziyetle tekrar karşılaşmak canımı sıktı. Feysbuk duvarımı domine eden sayısız anda kalma geyiği, bana orta kulağım kadar yakın olan bu dandik muhabbete baskın gelemediler. Birkaç dakikayı yasabır-nezamanmüdahaleetsem-internetedüşmesinibeklemeliydim üçgeninde geçirdim. Sonra bişe oldu. Erkek ağzındaki patlamış mısırı yutmadan kadim geyiğine devam etmekteyken cümlesi yarıda kaldı. Dişi de üstelemedi. “Bişe” dediğim, filmdeki muhteşem yağlı boya resimlerden biri oldu. Tablodaki gözler, ifade, ışık oldu. Yönetmen oldu. Van Gogh oldu. Tabloyu yaratan ressam oldu. Filmin müziklerini yapan Clint Mansell oldu. Güzellik teslim aldı. Ses mes kalmadı. Büyü oldu.


Film bitti, metroya bindim. Büyünün artçı etkileriyle leyla vaziyette takılmaktayken, çiftin teslim oluşu geldi aklıma. Oradan da hemen 4 sene öncesine ışınlandım.


Evgeny Grinko’nun İstanbul’a geleceğini öğrenince hemen bilet almıştım. Vals’i, bittikçe başa ala ala, saatlerce dinleyen insanlardan biriydim ben de. Müzik ve klip. İkisi de çok sade ve güzeldi. Sade güzellikten hep etkileniyorum ben.


Taksim’de bi mekanda konser. Daha önce gitmişliğim yok. Hiç sevmedim düzeni, adamı ziyan etmeseler diye geçirdim içimden. Bol masalı, dar bi mekan. Ellerde içkiler, dev gürültü hakim ortama. Konser başlayınca toparlar umuduyla sevgilim ve ben de içkimizi aldık, muhabbet ediyoruz.


Müzisyenler sahneye çıktılar. Çok güzel çalıyorlar. Hele Evgeny Grinko gitarda döktürüyor. Ama hayret verici şekilde ortamdaki uğultu devam ediyor. Müzik bilgilerini saçanlar, gittiği diğer konserleri anlatanlar, ve bilumum “havalı” paylaşımlar.


Gitarı bırakıp piyanoya geçti başkan. Vals’i çalmaya başlayınca ooolar uuular eşliğinde telefonlar çıktı ortaya, videolar çekilmeye başlandı. Yüzlerde bi memnuniyet oluştu. Parça bittiğinde coşkulu alkışlarla onore edildi müzisyenler. "İyi ya, oh!" derken uğultu artmış vaziyette geri döndü. Herhalde herkes Vals’le olan ilişkisini birbirine anlatıyordu. Oysa Evgeny Grinko hala piyanodaydı. Başka güzellikler dökülüyordu notalardan. Arkadaysa kahkahalar ve çeşitli yüksek muhabbet sesleri. Az önce çektiği videoyu sabredemeyip o sırada dinleyen gördüm. Her an piyanoyu bırakıp gidecek diye endişelenmeye başladım. Nasıl çalabiliyordu hala, nasıl o kadar güzel, o kadar hisli çalabiliyordu? Batakhanede şarkı söyleyen Türkan Şoray gibiydi. Büyük küfür ve beddua ettim kalabalığa. 2014 ilkbaharında İstanbul’u kasıp kavuran boy devrilme vakalarının nedeni benim, itiraf ediyorum.


Piyanodan kalkınca tamam dedim, gidiyor adam. Çok sinirli, üzgün, hatta mahcup ve utanmış haldeydim, gitmesini de istedim için için. Şöyle sağlam bi laf koysa falan bari dedim giderayak. Gitmedi ama. Piyanoya uygun bi ortam olmadığını düşündü belki de. Akordeonu aldı eline. Mis gibi çalmaya başladı onu da. Gitardan piyanoya geçişindeki gibi, piyanodan akordeona geçişinde de başka bi hale büründü müzik. Gecenin 3. grubunu dinliyorduk sanki. Akordeondaki hüneri de yetmedi ortamın dikkatini çekmeye. Nereye kadar sabredebileceğini düşündüm sürekli. Dinleyici olarak sağa sola saldırasım gelmişti benim sinirden.


Ve bateriye geçti…


Öyle bi solo çıktı ki ortaya, aman yalabbim. Ritim sürekli hızlandı, ses sürekli yükseldi, bi tane kulak tırmalayan vuruş duyulmadı. Bitecek mi acaba dediğim her anda daha hızlandı, daha yükseldi. Bizim gibi sabırla konseri yaşamaya çalışan herkes olduğu yerde coşmaya başladı. Sanki adamla birlikte ben de çalıyor ben de dışına çıkıyordum o acaip kaosun. Elimle masaya hızlı hızlı, güçlü güçlü vururken ortamdakilerin temsiliyetinde hayatımdaki tüm beni duymayanlara, tüm güzellikleri sabote edenlere, alanıma çöken tüm insanlara vuruyordum. Kusursuz solo bittiğinde ortamda başka ses yoktu. Evgeny Grinko güzelliğin başka bi yorumuyla “Bana bakın! Bana bakın!” demiş ve sonunda o batakhanede ışıl ışıl renklerine baktırtmıştı. Hayatımın en büyük ibretlerinden biridir. Ve o günden beri, benim için kendisi Vals’i besteleyen diil, o soloyu atan adamdır.


Öğretmen çocuğu olduğumdan mıdır, baskıcı, ataerkil toplum/dünya üyesi olarak yaşadığımdan mıdır bilemiyorum. Rahatsız kaosu dağıtan, “düzeni sağlayan” şeyin, yetkili bi otoritenin çıkıp bağırması, “iyilerin” “kötüleri” ortadan kaldırması, her türlü ilişkide mağdur hissedenin hissettirene trip atıp, suçlu hissettirmesi olduğunu sanmışım yıllarca. Artık şiddetin şiddeti beslediğini, korkuyla, utançla, suçlamayla “düzelen” hiçbir şeyin aslında düzelmediğini düşünüyorum.


Sabır var mı desen, yok. Ego var mı desen, çok. Ama sevgi ve güzellik dışında yol olmadığını kavradıktan sonra geri dönüş de mümkün diil be. Daha güzel olacağım, başka yolum yok.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.