Kaçak Gelinler
Üç yıl önce bu zamanlardı. Üçümüz de serbest çalışıyorduk. İş durumları pek parlak değildi. Ev geçindiriyorduk ve yeni çareler üretmek zorundaydık. Temel geçim kaynağımız yazmak olduğu için, haberden başka yaza çize birlikte neler yapabileceğimizi düşünüyorduk.
Alt alta sıraladığımız alternatiflerden biri de dizi yazmaktı. Fakat bu bize fikir olarak bile uzaktı. Birincisi bilmediğimiz bir işti, ikincisi neredeyse üç gazeteciden birinin geçinmek için bu yola başvurduğunu ve sonuç alamadığını biliyorduk. Sektör içinde yaptığımız araştırmaların sonuçları da umut verici değildi. Bizzat kendi ağızlarından dinlemiştik. Yakın dönemlere damga vurmuş, yüksek reytingli dizilerin senaristleri yorgun ve bıkkındı, hiçbiri durduğu yerden memnun değildi. Yapımcılar riske girmek istemediği için yeni senaristlere dizi yazdırmaya yanaşmıyor, tutmuş formüller üzerinde ilerleyen bu yorgun ve bıkkın senaristlere hikâye ısmarlıyordu. Neredeyse haftada bir, bir dizi izlenmediği için yayından kaldırılıyordu.
Böyle bir ortamda bizim yazacağımız diziyle kimin ilgileneceğini kendi aramızda tartışırken bir gün Çağla (Öztek) bir hikâyeyle geldi. Üç kız vardı hikâyede, üçü de hayatının erkeğinin peşinden İstanbul’a gidiyordu ve yolları İzmir Adnan Menderes Havaalanı’nda kesişen kızlar Moda’da yepyeni bir yaşama adım atıyorlardı. Aslı (Ortakmaç) ile hikâyeyi heyecanla dinledik. Farkında olmadan kızları hayal etmeye, hayatlarına girecek diğer karakterlere kafa yormaya başladık. Çıkardığımız taslağı sektörden bu işi bilen birkaç kişiye gösterdik. Her okuyan hem fikri hem de hikâyenin ilerleyişini beğendi, birtakım önerilerde bulundu. Bir ara sinema versiyonu üzerinde bile çalıştık.
İsmi Üç Gelin mi olsun Kaçak Gelinler mi derken iş iyice ciddiye bindi. İki buçuk yıl sonra bir gün, bir yapımcı diziyi çekmek istedi. “Zekice kurgulanmış bir hikâye, sektöre taze kan geliyor” türünden gurur okşayıcı ifadelere sevinemedik çünkü tam o günlerde Gezi olayları patlak verdi. Bizim dizi yazacak halimiz yoktu, zaten o ara penguen belgeselleriyle tüy dökücü krem reklamları revaçtaydı. Altı ay kadar sonra dizinin çekilmesi tekrar gündeme geldiğinde de heyecanlanamadık. Aramızdan biri tam zamanlı çalışmaya başlamış, birimiz iş hayatı doludizgin sürerken ikinci kez anne olmuş, birimiz işe güce devam ederken yirmi yıl sonra tekrar üniversiteye başlamıştı. Bu durumda bizim kızların hikâyesini yazmamız imkânsız görünüyordu. Dizinin getiri garantisi olmadığı için işlerimizi bırakamazdık ama onca emek verdiğimiz hikâyeyi de kendimiz şekillendirmek istiyorduk.
Mevcut işlerimize devam ederken senaryo yazmaya çalıştık. Günde ancak dört saat uyuyabildiğimiz iki ayın sonunda fiziksel ve psikolojik açıdan iflas noktasındaydık. Birimizin sebepsiz burnu kanıyordu. Birimiz yakın çevresine karşı aşırı agresif tavırlar sergilemeye başlamıştı. Birimizin kolunu kaldıracak hali kalmamıştı. İlk iki bölümü ve on üç bölümlük yaz sezonunun genel hikâyesini tamamlayıp teslim ettik. Aylar sonra “çam sakızı çoban armağanı” bir ödeme alıp sahneden çekildik.
Peki ben şimdi bunları neden anlattım?
“Böyle de bir anım var” diye değil. Bütün bunları anlatmamın sebebi “Kaçak Gelinler setinde ölüm” başlığıyla verilen haber.
Geçen hafta set çalışanı Engin Küçüktopuz’un kalp krizi sonucu hayatını kaybettiği haberini okuyunca ilk telaffuz eden Aslı oldu: “Buna biz mi sebep olduk? Keşke yazmasaydık.”
Yapım şirketi, yayınladığı taziye mesajında, şoför Küçüktopuz’un eve dönüş yolunda patlayan lastiği değiştirirken vefat ettiği bilgisini vermişti satır arasında. Bir insan sette değil de set sonrası yolda kalp krizi geçirirse sorumlusu kendisi mi olur?
Ölüm sette gerçekleşmedi ama o sette insan bedenini ve psikolojisini sonuna kadar zorlayan koşulların hüküm sürdüğü bir gerçek. Haftada 45 saat çalışmaları gerekirken 3 günde 45 saat çalışıyorlar. Dizinin oyuncularından, Almilla karakterini canlandıran Açelya Topaloğlu çalışmadığı dakikalarda uyuduğu için röportaj yapamıyor mesela.
Dizi sektörünün vahşi çalışma koşulları söz konusu olduğunda ahkâm kesen çoktur. Kimi der ki “Senaristler iki hafta kalem bıraksa bu iş çözülür. Amerika’da senaristler iş bırakmıştı da Lost’u kaç hafta izleyememiştik.” Kimi bölüm başına ödenen ücretleri telaffuz eder, “Bir hafta oynamasalar bak ne oluyor” deyip başrol oyuncularını suçlar. Ama hiçbiri de o senaristlerle oyuncuların imzalamak zorunda kaldığı sözleşmelerin acımasız maddelerinde ne yazdığını bilmez. “Etin de, kemiğin de, ruhun da benim” sözleşmesidir bu. Biri yazar, biri oynar, biri çeker ama ortaya çıkan “mal” yapımcının olur. Bu noktada da şöyle söylenirler: “Mecburlar mı imzalamasınlar kardeşim!”
Bu tür cümleleri kuranlara sormak isterim: Sen fabrikatör müsün, holding patronu musun?
O sözleşmeleri kimse keyfinden imzalamıyor. İnsanlar o sözleşmeleri şu güvensiz ülkede çocuklarına, ailesine güvenli bir gelecek kurabilmek için imzalıyor.
Çözüm o sözleşmelerin imzalanmaması değil, o sözleşmelerin yapım şirketleriyle televizyon kanallarının vicdanına, iyi niyetine, insafına bırakılmaması. Adalet sağlayacak kanunlara, adil kanun yapıcılara, kanunların nasıl uygulandığını denetleyen dürüst denetçilere bu yüzden ihtiyaç var.
İnsan hayatı kıymetlidir.
Çekirdek kâsesi kucağınızda izleyin sevdiğiniz dizileri. Ama kabuklarını tükürürken kameraların size göstermediği vahşi dünya da aklınıza gelsin olur mu.
YORUMLAR