Melike’nin hikâyesi
Kapanmaya zorlanma hikâyesi bekliyordum. İlk gelen mektup küçümsenme, dışlanma üzerine. Melike, dindar bir ailenin kapanmaya hiç zorlanmamış kızı. “Beyaz Türkler” ifadesini kullanmayı uygun gördüğü, ailesini küçümseyen kesime de, başını değilse bile bedenini örtmesi konusunda sürekli uyaran ailesine de öfkeli. Bugün otuzlu yaşlarının başındaki genç kadının anlattıkları, iki açıdan dikkate değer: Dindar olmayanların dindarlara yaklaşımlarını ve bu yaklaşımları ile onlara nasıl hissettirdiklerini tasvir ediyor. Bunun yanında, bir kadının başını örtmeye zorlanmamasının, bedensel özgürlüğünün ailesi tarafından kısıtlanmadığının garantisi olmadığını gösteriyor. Söz Melike’nin.
“Küçükken, yaz aylarında, karşı apartmandaki arkadaşım çağırdığında onlara giderdim. Müzik dinler, şarkı söyler, ergenlik arifesinde sohbetler ederdik. Aynı apartmanda oturan bir kız vardı, bazen o da gelirdi. Annesi çalışmıyordu ama konkene giderken küçük kardeşini de aldığından arkadaşım Sevil evde hep yalnızdı. Ne zaman onlarda olsam, evi arayan babasının sorularını, önceleri buna bağlıyordum.
“Ne yapıyorsun?”
“Sabah ne yaptın?”
“Yalnız mısın?”
“Bugün eve kimse geldi mi?”
Zamanla anladım. Sevil’in adımı anmaktan bilerek kaçındığından artık emin olunca. Aynı apartmandaki diğer kızın geldiğini söylüyordu.
“Sabah Hülya geldi, bizde kahvaltı ettik.”
“Birazdan Hülya gelecek.”
“Akşam Hülya’yla biraz dolaşmaya çıkacağız.”
Bir gün ona dedim ki: “Ben de buradayım, akşam beraber dolaşacağız neden sadece Hülya’dan bahsediyorsun?” Cevap vermedi. Sonra düşününce birçok şeyi birbirine bağladım. Babası kaldırımda, bakkalda, kasapta beni görünce başını hafifçe eğip selam veriyordu, diğer çocuklarla şakalaştığı halde. Annemle babamın yanından geçip geçiyordu. Diğer çocuklarla aramda tek bir fark vardı. Onların anneleri açıktı, benimki kapalı. Onların babaları balkonda rakı kadehi tokuşturuyordu, benimki camiye gidiyordu. Çocuk da olsam, ayırt edebilmiştim. Dindar bir anne babanın yetiştirdiği kız çocuğunun, kendi kızıyla yakın olmasını istemiyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.
Sevillere daha az gitmeye, sokağa oynamaya o ortalarda yokken inmeye başladım. Babasını görünce yüzümü çeviriyor ya da yere bakıyordum artık. Madem annemle babama yoklarmış gibi davranıyordu, ben de onu görmezden geliyordum.
Bu, benim kendi kendime idrak ettiğim ilk dışlanmamdı. Benzerlerini birçok defa yaşadım. Bugün, dışarıdan bakıldığında hayat tarzlarımız arasında hiç fark olmayan kimselere hâlâ kızgın olmamın sebebi de bu dışlanmalar. Yaşam tarzlarına karışılacak, kısıtlanacaklar diye ödleri kopanları gördükçe garip bir zevk alıyorum. Asla oy vermediğim ve vermeyeceğim muhafazakârların bütün çocukluğumun, gençliğimin acısını çıkarmalarından hoşnut olduğumu itiraf ediyorum. Ucu bana da dokunuyor, dayatma hayat yaşamak elbette istemiyorum, ama dindarlara böcek muamelesi edenlerin, bu muamelelerinin bir karşılığı olduğunu görmeleri gerekiyordu bence. Umarım, aralarında bunu anlayanların sayısı düşünebileceğimden fazladır.
Başımı hiç kapatmadım. Ailem beni buna ve diğer dini vecibeleri yerine getirmeye hiç zorlamadı. Üniversitede okudum. Bana bakan biri, kapalı bir annenin, dindar bir anne babanın kızı olduğumu aklının ucundan bile geçirmezdi. Bu yüzden konuşurken yetiştiğim aileyi aşağıladıklarının farkında değillerdi.
“Yaz günü her yerleri kapalı, bacak araları pişmiyor mudur bunların ya?”
“Temmuzda pardösü giyersen ter kokarsın tabii.”
“Valla benim ailemde hiç kapalı yok. Hiç kapalı arkadaşım da olmadı.”
Onlarla beraber gülüşmediğim için hiç şüphelenmediler. Ama ders çalışmak için bize geldiklerinde annemi gördüler. Aralarında neler konuştuklarını bilmiyorum. Ama annemle dışarı çıktığımızda açıkça alay edenlerin yüzlerini de seslerini de bugün gibi hatırlıyorum.
Bir defasında vapura binmiştik. Burgazada’ya gidecektik. Annem Kınalıada’da inmek istedi, merak ediyordu. Biz kalkarken, karşımızda oturan iki kadından biri diğerine, sesini alçaltma gereği de duymadan şöyle dedi: “Denize girmezler, etmezler, bu sıkmabaşların adada ne işi olur?” Gayrimüslim değildi bu iki kadın. Başka bir sefer, halk otobüsünde ses arkadan gelmişti. “Kendi kapalı, kızı açık. Hiç anlamıyorum nasıl bir kafadır bu.”
Annemin başörtüsünden hiç utanmadım. Başındaki örtü yüzünden onu plaja yakıştırmayan, aynı örtüyü benim başıma geçirmemesinden bir mana çıkarmaktan aciz olanlardan hep nefret ettim. Yıllar geçti, bu nefretim geçmedi. Dindarların kurallarına göre yaşayalım istemiyorum, ama dindarların kurallarından can havliyle kaçmaya çalışanların hallerinden zevk alıyorum. Yıllarca kapalı kadınları çocuklarının yanında küçümsemekten, aşağılamaktan, neredeyse tiksinerek bakmaktan çekinmeyenlerin, bugün “Ne ettik de başımıza bunlar geldi?” derken biraz etki-tepki yasasını düşünmelerini istiyorum. Sahi, başları açık olduğu için hepsi bilir değil mi bu tip yasaları? Nasıl diyorlardı kendilerine? Beyaz Türkler mi?
Hiç utanmadığım anneme ve babama da öfkeliyim. Dindar olmaya zorlanmadım, ama yıllarca dizimin altında biten etekler giymek zorunda kaldım. Kısa kollu, düşük kollu giyebilirdim ama kolsuz giymem yasaktı. Tayt giyebilirdim ama üzerine kalçalarımı kapatacak bir şey geçirmek kaydıyla. Denize de ancak kimselerin olmadığı koylarda akraba kızlarla girebilirdim. V yaka neyim varsa çengelli iğne ile iki yakasını bitiştirmekten, eğilirken elimle göğsümü kapatmaktan, dizimin altına insin diye eteğimin düğmesini açıp aşağı doğru çekiştirmekten bıktım. Başımı değil ama kollarımı, bacaklarımı örtmek zorunda olmaktan hep nefret ettim.
Bugün gerçekten isteyenin örtündüğü, istemeyenin örtünmediği bir yerde yaşamak istiyorum. Örtülü olmayanın örtülü olanı aşağılamadığı, zamanında aşağılananın intikam çığlıkları atmadığı bir yerde. Ama işte dün annemi başörtülü diye aşağılayanların, bugünkü korku dolu hallerine bakıp hak ettiklerini düşünmekten kendimi alamıyorum. Varın şimdi kendisi açık diye şahsen aşağılanmayan bir kadın böyle hissediyorsa, başörtülü diye aşağılananlar nasıl hissediyordur.”
ozcanperi@gmail.com
YORUMLAR