Korona günlerinde eski hatıraların akla gelmesi
Son günlerde hiç rastlamadığım kadar eski fotoğraf görüyorum sosyal medyada. Çocukluk yıllarından görüntüler. Pencereden bakarken, doğum günü pastasının mumlarını üflerken, kardan adam yaparken, kedi-köpek severken, evde, sokakta, parkta... Ünlülerin taze paylaştıkları da gazetelerin en çok okunanlar sekmesinde karşıma çıkıyor.
Genellikle tek başına, sahibi. Aralarında analog dönem fotoğrafları olmasa yadırgamayacağım. “Herkes nasıl büyüklüğünü tek başına paylaşıyorsa, küçüklüğünü de öyle paylaşır, ne var” deyip geçeceğim. “Görünmeyi sevmekle ilgili”ye bağlayacağım. “Ünlülerinki zaten her zaman bakılıyordu, ilginç bir şey yok” diye kendimi yalanlayacağım. Fakat yayınlanan bazı haberler ve bu fotoğraflar arasında ilişki kurmaktan kendimi alamıyorum. Birbirlerinden bağımsız eşanlı yayınlanmaları tesadüf olabilir mi?
Aslında bu sorgulamayı yaptıran, telefonda ve ayaküstü sohbetlerde anlatılanlar biraz da. Yakınlarımla konuşurken fark ediyorum, konu bir biçimde çocukluğa, ergenliğe geliyor. Kedisini boynunda iple bahçeye gezmeye çıkaran komşu, beş dakikalık sohbette beş yaşında yaşadıklarından bahsediyor. Tesadüf mü?
Bir biçimde gülümsesek, güldüğümüz bir yere bağlasak da hep hüzünlü bir yanı var bu hatıraların. Kimsenin anlattığı, mutluluktan öldüğü değil. Eski anıları gülecek bir yere bağlamak, sadece eski anıları gülecek bir yere bağlama ihtiyacından. Gerçek halleriyle hissettirdikleri ağır geldiğinden, güleceğin bir hale sokarak hafifletme çabası.
Durduğu yerde hatıralar basmasa, insan niye bahçede ayaküstü beş yaşına gitsin? Niye çıkarıp çocukluk fotoğraflarını çıkarıp ayıklasın, tarayıp yayınlasın? Üstelik tek olduğu fotoğrafları. O sıralarda hayatında olanlarla, anneyle, babayla, kardeşle beraber değil de tek, niye? Telefonda insan, tamam dört duvar arasında başından bir şey geçmiyor ama, mesela dün, önceki gün izlediği filmden değil de niye ergenlik anılarından söz açsın?
Kapalı kalmaktan mı, durmaktan ya da yavaşlamaktan mı hatıraların basması?
Hafif hatıraların basması, daha ziyade durmaktan gibi geliyor bana. Yoksa işyerlerinde de hayat kapalı geçmiyor muydu? Fakat günlük hayat hengâmesi, insanın içindeki sesi susturuyordu. O hengâmeye teslim, robot modunda sadece gerekeni düşünecek, yapacak vakti oluyordu. İşe gidip gelirken hep bir uyaranı vardı. Önüne çıkan bir kedi, köpek, kaldırımda yol verdiği insan, adres soran biri, binip indiği taşıt dikkatini uzun süreli başka bir düşünceye vermesine mani oluyordu. Eve adım attığında ise günün muhasebesi sürüyordu kafasında. Başkalarının arasına karışarak herkes gibi, herhangi biri gibi bir gün geçiriyordu. Birden durdu ya da yavaşladı.
İnsan boş kalınca ya da yavaşlayınca o kemirgen sesi duymaya başlıyor, analog görüntüler eşliğinde. İçten içe konuşup duran, eğer yönetmeyi bilmezse kendi kendini yiyip yok etmeye muktedir o sesi duymasına sebep oluyor. İstisnalar hariç kemirgen ses anne-baba-kardeşten itibaren başlıyor. Eski sahnelere yeniden, yine yeniden can veriyor. Herkesin acı duyduğu, silmeye, sessize almaya çalıştığı sahneler var hayatında. İnsan durunca ya da yavaşlayınca nükseden.
İnternette süzülen eski fotoğraflar, telefon konuşmaları, ayaküstü sohbetler… Kapalı kalmak, durmak, yavaşlamak insanın içinde duran geçmişi türlü biçimlerde canlandırıyor. Ama bunlar hafif hatıralar.
Bir de çok ağır olanlar var. Bahsettiğim haberlere konu olanlar, bu gruptakiler. Cinsel taciz ifşalarına, itiraflarına. Sadece Türkiye’de değil, Yunanistan’da, Fransa’da da tacize uğradığını açıklayanların sayısı artıyor*. Durmanın, yavaşlamanın açıklamaya yetmediği, bence mekânsal boyutu da olan hatıralar bunlar. Her biri öncekinden güç alarak yaşadıklarını anlattığı için peş peşe, tamam, ama neden bu dönemde? Tacizlerin kapalı yerde gerçekleşmesiyle ve insanın kaçıp kurtulamamasıyla, içinin durduğu yerde patlamasıyla bir ilgisi olmalı.
Ne kadar süre daha kapalı kalacağımızı bilmiyoruz. Tecrübe ederek bildiğimiz şu: Durunca, yavaşlayınca, kapalı kalınca geçmişe döndüğümüz, hatıraların canlanmasına izin verdiğimiz ya da engel olamadığımız. Ağır hatıraların en ağırı belki cinsel taciz, ancak bununla sınırlı değil. Kapalı yerde maruz kalınmış her türlü kötü muamelenin yeniden canlanması da bu sınıfa giriyor. Bu noktada bildiğimiz bir şey daha var: Kapalı yerde kötü muameleye uğrayıp kendini tedavi etmek ve hayatı normalleşerek yaşamak mümkün. Canlı örneğini, bir dahaki sefere anlatacağım.
*9 Aralık 2020’de, Türkiye’de yazar Pelin Buzluk yazar Hasan Ali Toptaş’ın tacizine uğradığını açıkladı. Takiben, yazar Aslı Tohumcu yazar Bora Abdo’nun tacize uğradığını bildirdi.
6 Ocak 2021’de, Fransa’da saygın anayasa hukukçusu Olivier Duhamel, üvey oğlunu 14 yaşından itibaren taciz etmekle suçlandı.
25 Ocak 2021’de, Fransa’da televizyon yapımcısı Daniel Moyne, eşinin yeğeni tarafından “10-14 yaşları arasında kendisini taciz etmekle” suçladı.
20 Ocak 2021’de, Yunanistan’ın iki olimpiyat, dört dünya şampiyonluğu olan eski milli yelkencisi Sofia Bekatoou, 1998’de Yelken Federasyonu’ndan bir yöneticinin tacizine uğradığını açıkladı.
1 Şubat 2021’de, Yunanistan’da oyuncu Vicky Protogeraki iki yönetmenin tacizine uğradığı açıklamasını yaptı.
Fransa’da yüzünü ve ismini gizlemeye gerek duymaksızın ensest ilişkiye zorlandığını açıklayan kadınlar, taciz mağdurlarını konuşmaya davet etmeyi sürdürüyor.
YORUMLAR