Kırk üç yaşında kadın
“Kaç yaşındasın?”
“Kırk üç.”
Bıyık altından gülüyor. Bu gülüşü tanıyorum, çeşitli anlamları var. “Yaşlanıyorsun.” “Aslında yaşlısın.” “Artık genç değilsin.”
“Niye gülüyorsun?”
“Gülmüyorum.”
“Sağ kalırsan sen de bir gün kırk üç yaşında olacaksın.”
İnsan kendi sonunu düşününce hep böyle kalakalır.
“Tüylerin beyazlayacak.”
Yüzü ciddileşiyor, kendini o halde hayal etsin diye bekliyorum. Yirmi sekizinde bir erkek bu. Kendini tanımlamak için seçtiği kelimelerle “insan hakları aktivisti.”
Kızmıyorum. Zaman ilerlerken insanın üzerine bir bilgelik geliyor.
Düşünüyorum. Yaşla ilgili şakalar niye daha çok kadınlar üzerine? Kadının yaşının ilerlemesinin nesi komik? Kadının doğurganlık yeteneğini, güzelliğini yitirmesi, espri malzemesi olmasını da geçtim, neden sevinç kaynağı? Neden düşene gülmek veya tekme atmak türünden bir duygu uyandırıyor? Niye kadının nüfus kâğıdı giderek “iş göremez belgesi” yerine geçiyor? Erkek çok iyi iş görmeye devam mı ediyor?
Doğurganlığımla hiç gurur duymadığım için, günün birinde azalması da umurumda değil. Eğer sadece güzel olmaya çalışsaydım belki paniğe kapılabilirdim, ama gayet sakinim. Bıyık altından gülen arkadaşlar, bilhassa beyler, kırk üç yaşında bir kadın olarak gayet iyiyim. Ayrıca kırkından sonra dünyayı ters çevirecek güçte çok kadın var, kasla bir ilgisi yok, bunu da bilin isterim.
Kendimi eskiyen püsküyen, gittikçe işe yaramaz hale gelen bir canlı parçası gibi hissetmememin bazı sebepleri var.
Her şeyden önce öğrendim ki her sıkıntının bir süresi var, her şey geçip gidiyor ve hayat devam ediyor. Darlığın sonu gerçekten genişlik. Bunu defalarca tecrübe edince korkularım azaldı.
Bazı durumları olduğu gibi kabul etmem gerektiğini, bazen elimden geleni yapıp beklemekten başka çarem olmadığını öğrendim. Aslında benimle ilgili olanın aynı anda başkalarıyla da ilgili olduğunu kavradım. Her şeyin benim istediğin anda, istediğim biçimde gerçekleşmemesinin bir sebebinin de bu olduğunu idrak ettim.
Yaşamak için yaptıklarımdan zevk almayı öğrendim. Mesela yediğim yemeğin, içtiğim kahvenin, yaptığım işin, hatta zorunlu bel egzersizlerinin tadına varınca hayat bambaşka oldu.
Herkesi olduğu gibi kabul ediyorum. Yirmi sekizinde, yaşımı sorup gülen delikanlıya kızmamamın sebebi de bu. Eğer isterse bir gün aktivistten önce sıradan insan olmayı öğrenir. Öğrenmezse de kendi bilir.
Yeri geldi, iyi oldu. Sıradan olmanın rahatlığını, güzelliğini keşfettim. Bu yaşımın bana verdiği en güzel hediyelerden biri budur. Kibir denen canavara teslim olmuyorum. Kendimi seviyorum ama gereğinden fazla önemsemiyorum. Bunun bir uzantısı olarak, başkalarını da fazla ciddiye almıyorum. Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini herkes gibi ben de fark ediyorum, ama elimden kayıp gittiği hissine teslim olmuyorum. Gördüm ki boşa geçip geçmemesi bana bağlı.
Hiç olmadığım kadar esneğim. Planlar, planlar, planlar içinde kaybolmuyorum. Biliyorum ki her an her şey değişebilir. Koşullar, insanlar, durdukları yerler, pozisyonlar, açılar, ruh halleri, verdikleri sözler, her şey ama her şey değişebilir hayatta. Hal böyle olunca kimseye çok güvenme ihtiyacı duymuyorum, bu da hayal kırıklıklarını azaltıyor.
İnsan kendini nasıl hissederse öyle. Geçmişe takılırsa eskiyor ve orada kalırsa bugünkü işlevini herkes için kaybediyor. Ama herkes kim ki? Yeter ki varlığın önce sana yarasın. Dönüp yeniden yaşamak isteyeceğim bir yaş yok. Gülünecek, ayıplanacak, saklanacak, zamanı geri sarmaya çalışacak bir durum da yok. Kırk üç yaşında bir kadın olmak güzel bir şey.
Muhtemelen sonrası da öyledir.
YORUMLAR