Bu kadınlar neden doğurmuyor?
Anne olmak hiç içimden gelmedi. Sebebi üzerine uzun uzun düşünememiştim. Jinekoloğumunki dahil, “Doğurman lazım, senin doğan bu, bir gün pişman olursun” tehditlerinden kendimi korumakla meşguldüm. “Herkes doğuruyor, ne var yani, ben de doğurmayıvereyim” diyordum.
Beni en çok öfkelendirenler, “anne ol” diyen kadınlardı. Bakıyordum, hayatları çok zordu. Ben kendimi onların yerinde hayal bile edemiyordum. Onlara olan öfkemin kaynağının kendileri değil, içinde yaşadıkları koşullar olduğunu şimdi fark ediyorum.
Ben kırkını aşmış ve doğurmadığı için bir gün pişman olacağını başkalarından yıllarca dinlemiş kadınlardan sadece biriyim. Başkalarına cevap vermeye çalışmak, savunmaya geçmek, insanı stresli ve hafif de saldırgan hale getiriyor. Ama zamanla sakinleştim.
Sakinleşince kendime ancak sorabildim. “Niye anne olmak istemedin?” diye. “Anne olmalısın” diyenlere yüksek sesle tepki verdiğim bir gün, bir psikoloğun koyduğu teşhisi hatırladım: Güdülenme bozukluğu. Sordum kendime, “Söyle bakalım sen niye güdülenemedin?”diye. Çünkü o psikolog, teşhisinin şehvetiyle bu teşhisin altında yatan sebeplere inmek gerektiğinden bahsetmemişti.
“O zaman ben ineyim” dedim. Annemi, arkadaşlarımın annelerini, anne olan arkadaşlarımı, diğer anneleri gözümün önüne getirdim. Önümde farklı sosyal gruplardan birkaç örnek kadın vardı. Bu varlıklı, orta halli, yoksul kadınları birleştiren, hayatlarının çok zor olmasıydı. Kişisel maddi imkânlar sadece fiziksel yardım almayı kolaylaştırıyordu ama dış koşulları değiştirmiyor, düzeltmiyordu. Bütün anneler yorgundu, çünkü hayatları çok zordu.
Ben korkmuşum anne olmaktan. Çocuk doğurup eve çakılıp kalmaktan, dört duvar arasında delirmekten. Göğüslerimde biriken sütü iş yerinin tuvaletinde pompalayıp saklamaktan. O arada acaba ne kadar ağladığını düşünüp yüreğimi dağlamaktan. Bana ihtiyacı olan küçücük bir bebeği birine teslim edip yanından uzaklaşmaktan. Neden yanında değilim diye sonsuz ve bitmeyecek bir vicdan azabıyla yaşamaktan. Sabahın kör karanlığında rüya gören çocuğu uyandırıp hazırlamaktan, götürüp okula bırakmaktan ya da bıraksın diye bir minibüse bindirmekten. Akşam koşup sofra hazırlamaktan, sonra masayı toplayıp çocuğa şiir ezberletmekten. O hasta olunca kilitlenip kalmaktan, doktora kim götürecek, evde ona kim bakacak diye her şeye bir çözüm aramak zorunda kalmaktan. Gece yarıları uyanan hep ben olmaktan, hep yorgun dolaşmaktan. Mutsuz ve yetemeyen bir kadın olmaktan korkmuşum.
Bende güdülenme bozukluğu olmasın da kimde olsun?
Bütün bunları görerek korkan, kendini korumak için de doğurmayan kadını kim suçlayabilir? Verilecek karşılık “Ama anne olmak her şeye değer” değil ki... Mesele, doğanın hediyesi bütün güzel duyguları, kadınların bu kadar eziyet çekmek zorunda kalmadan yaşaması.
Doğuran kadın, işinden uzunca bir süre uzak kalmak zorunda. Tekrar çalışmaya başlamak istediğinde kapılar yüzüne kapanıyor. Çünkü çocuğu var, çünkü aklı çocuğunda olduğu için kendini işine veremez. Kritik pozisyonlar annelere kapalı, çünkü onların önceliği iş olamaz. Anne çalışanlar verimli olamaz.
Doğuran kadın, çocuğunun yanında, yakınında, güvende olduğunu bilirse kendini işine öyle bir verir ki... Mesela çocuğunu iş yerinin kreşine gönül rahatlığı ile teslim edebilirse, önceliği iş olur ve zor işlerin altından öyle bir kalkar ki... Her şeyi göze alıp doğurmuş kadın, çocuğu için kendine imkânlar sunan işyerini öyle bir kalkındırır ki buna patron bile şaşar. Kadın bereketin, bolluğun kaynağıdır.
Bugün bu koşullar altında anne olmak cesaretin de ötesinde bir iş. Anne olmamaksa azımsanamayacak sayıda kadın için özgürlük. Fakat ne “Bak ne kadar cesurum, her şeye rağmen doğurdum, sen korkağın tekisin” demenin faydası var, ne de “Sen esir gibisin, bak ben kuşlar gibi özgürüm, nasıl kanat çırpıyorum görüyor musun” diye terslenmenin. Ortada kadınlara karşı bir durum var, bu durumu düzeltmek lazım. Kadının yaşama koşulları iyileşirse, her şey iyileşir, herkes iyileşir. Çünkü ancak kadınlar mutluysa haneler mutlu olabilir.
Bütün işi gücü bırakıp ne yaparız da anneleri rahat ettiririz desek yeridir. Çünkü bizim bugün ne sorunumuz varsa annelere edilen eziyettendir. Eziyet görmüş anneler çocuklarını nasıl yetiştirir? O annelerin yetiştirdiği çocuklar, ne kadar mutlu olabilir? Mutluluğu geçtim, ne kadar sağlıklı bir ruh haline sahip olabilir? Mutsuz veya sapkın yetişkinlere dönüştüklerinde nasıl hayatlar yaşarlar? Etrafındakilere neler yaşatırlar? Evde, okulda, işte, sokakta biz bugün neler yaşıyoruz? Böyle yaşayıp gitmeye mecbur muyuz?
İşte bazı kadınlar bir ömür doğurmaya güdülenemiyorsa, hormonlarına sağır kalıyorsa, gördüklerinin bildiklerinin gürültüsünden, şiddetindendir. Doğurmamak bir sorunsa eğer, bu tek başına o kadının sorunu değildir. Tespit, teşhis tek başına yetmiyor. Bu soruna sebep olan koşulların nasıl düzeleceğini de oturup konuşmak gerekiyor. Konuşup dağılmak da işe yaramıyor, o koşulları düzeltmek için adım atmaya niyet etmek lazım. Sonra da küçük de olsa bir adım atmak.
Aslında zor değil.
YORUMLAR