Nasılsa öyle
Her taşınmadan sonra böyle oluyor. Saksısı, toprağı değişmiş çiçek gibi hissediyorum. Köklerimin bir kısmı ayrıldığım yerde kalıyor, yeni yerde yeni kökler salmak vakit alıyor.
Eski mahallenin ana caddesini özlüyorum. Kiremit rengi, eski, alçak binalarını. Kasa önüne “Sadece doksan beş yaş üstüne veresiyemiz vardır” tabelası asan fotokopiciyi. Sabahları işsizlerle emeklilerin takıldığı, öğlenleri civarda çalışanların uğradığı, akşamları sarhoşların maç izlediği kafeyi. Ellişer metre arayla sağlı sollu sıralanmış dört fırından pasta kokularının yayıldığı kaldırımları. Eleman yokluğundan, içeride yaptığı ekmekleri müşterilere kendisi vermek zorunda kalan, kafasına kadar una bulanmış fırıncıyı. Her ayın ikisinde ilaçlarımı hazırlayan eczaneyi. Salı günleri kurulan pazarı. Evi toplayıp içlerine yerleştirdiğim kolileri esirgemeyen küçük marketin güzel çalışanlarını.
Giriş kattaki evi de özlüyorum. Dış kapıyı açıp kaparken yerde bitmiş nanelerden dağılan kokuyu, ekmekler fazla kızarınca çalan yangın alarmını, her sabah ağaca tüneyip beş buçukta ötmeye başlayan kargayı ama kargadan önce sabah kahvaltısını isteyen sahipsiz kediyi.
Yeni evle birbirimize alışmaya çalışıyoruz. Birinin içine yerleştiğim üçüz binalar, benim gibi kırklarındalar. Belki ondan bir sürü tuhaflığını yadırgamıyorum. Süpürgeliklere de sıçrayıp öyle kalmış yağlı boya yüzünden, mutfakla banyonun kapıları tam kapanmıyor, Ustanın sanki acil işi varmış ya da kafası bozukmuş da son fırça darbelerini vurup kutuları toplayıp gitmiş gibi. Tuvaletin kapısı içeriden mavi, dışarıdan gri. Dışarısı kaç dereceyse içerisi de aynı, kocaman pencerelerin eskiliğinden. Camlar, dökülen macunların bir ucundan diğerine bant çekince daha az zangırdasalar da, karşıdaki inşaatın kamyonlarıyla sabah altıdan itibaren uyum içindeler.
Hangisi kestiremiyorum, alttaki ya da üstteki komşu sigara yakınca, dumanı havalandırmadan bir selâm çakıyor. Yan daireyi yıkıp yeniden yapan ustanın genç çırağı rap seviyor, o çekiç çakacak yer ararken duvara vurdukça kapıya koşuyorum. Zamanla kapı mı, duvar mı çalıyor, ayırt edebileceğimi sanıyorum.
Bazen kapı gerçekten çalıyor. Üçüzlerin doğal yöneticiliğini üstlenmiş hanımefendi, bir gün elinde apartman kurallarının fotokopisiyle geliyor, ertesi gün posta kutusuna hangi ismi yazalım diye soruyor. Kurumaya bıraktığım pantolonlarla tişörtleri görmüş olacak, balkonda çamaşır kurutmanın yasak olduğu satırın altını çizmiş. Bisikleti otoparktaki direğe bağlamak yok. Bol ağaçlı yemyeşil bahçenin çimenlerine basmak değilse de bakmak serbest.
Her gece koyun değil, önceki kiracının tavana yapıştırdığı fosforlu yıldızları sayarak uykuya dalıyorum. Herhalde çocuğu vardı, karanlık basınca oda kendiliğinden hafiften aydınlanıyor.
Mutfak, odanın yarısı kadar. Ev sahibi biraz yenilemiş, dolap yaptırmış ama kapak yerine perde taktırmış. Demek daha hesaplı geldi.
İki priz çekince elimde kaldı, artık ellemiyorum.
Çok esiyor, çimento yutmamak için pencereleri açmıyorum, aynı sebepten binadan çıkarken, binaya yaklaşırken sokakta nefesimi tutuyorum.
Şehir merkezinde evler, sokaklar hep böyle.
Bazen rüzgârdan perdeler hareketleniyor. Ev sahibinin altı ay sonra çift cam yaptırma sözünü hatırlıyorum. Altı ay sonrasını hayal edemiyorum. O gün geldiğinde ikimiz de sağ salim ayaktaysak konuşuruz.
Bunca gıcırtının, gürültünün, tozun, hareketin arasında ne kadar sakinim. Hiç şikâyetim yok. Kanepede otururken inşaatı değil, ilerideki su kanalının iki yanında dizilip uzayan ağaçları, o ağaçların eriştiği gökyüzünü görüyorum. Mutfakta dolabın perdesine takılmak yerine, bulaşık yıkarken başımı kaldırıp bahçe ağaçlarıyla gökyüzüne bakıyorum. Kaynak makinesi, matkap, vinç, tanker, çekiç seslerini değil kuş cıvıltılarını duyuyorum. Sokakta nefes alacağım noktayı çoktan tespit ettim, köşedeki binaya kadar yürüyorum, sonra durup yola sarkan mor salkımların kokusunu içime çekiyorum. Bu mor salkımlar bana yaşama sevinci veriyor. Şu ara en ihtiyaç duyduğum şey.
İnsan baktığı yerde göreceğini, duyacağını, duydukları arasından dinleyeceğini seçmeyi zamanla öğreniyor. Aslında başka şansı da yok. Değiştiremeyeceği ya da hemen değiştiremeyeceği koşulları erkenden kabule geçmek, kendi için en hayırlısı. Koşullar her nasılsa, insanın çekilip huzur bulacağı bir köşe vardır. Onu arayıp bulmalı. Aksi, hep zaman kaybı.
Bugüne dek kabul etmediklerimle ne kadar zaman kaybettim, kabule geçmekle ne kazandım, kazanıyorum bilmiyorum. Saymadım, hesaplamadım. İnsan ömrü bu kadar hesaba gelmiyor, geçip gidiyor. Bıraktım ben de öyle yaşayıp gidiyorum. Eyvallah.
Nasılsa öyle.
YORUMLAR