Sıradanlık güzel şey
Sabah yedide işe başlıyor, akşam dörtte bırakıp çıkıyor. İşyeriyle öyle anlaşmış. Sırf sabah akşam trafiğe takılmasın diye şehrin dışında bir ev almış. Sabah altıda kilitlediği kapıyı akşam dört buçukta açıp içeri giriyor. Hemen çamurlu tulumunu giyip ayağına siyah lastik çizmeleri geçiriyor. Sonra doğru tarlaya. Kedisi de alışmış, peşinden koşuyor.
Salatalıklarla kayısıları topluyor. Birazını yemek için, birazını marmelat yapmak için ayırıyor, kalanını ertesi gün işyerindekilere götürmek için poşete koyuyor. Erik, dut, domates, patates yolda. Cevizin de daha vakti var ama dalından erken düşenleri de likör yapmak için kenara koyuyor. “Reçeli de çok güzel oluyor” diyorum ama aklı yatmıyor. Olsun. Taze ceviz çok güzel kokuyor.
Arkadaki komşunun evinin önünden bir yol geçiyor ama yoldan pek az araba geçiyor. Biraz kuş, biraz börtü böcek sesi, hepsi o. Yeni biçilmiş otla saman kokusuna, atıştıran yağmurla beraber toprak kokusu karışırken sofrayı hazırlamaya koyuluyor. “Siz oturun, lazım olursanız çağırırım” diyor. Oturuyoruz. Izgarada suyunu salmış, çeşnilerle lezzetini katladığı sebzelerin yanına salatayı koyuyor. Üzerinde yeşil misket limonla hazırladığı zeytinyağını gezdiriyor. En son içeriden vantilatörü getiriyor, sivrisinekleri savuşturmak için. Dünyanın en güzel yemekleri, toprağın verdikleriyle pişirilip çeşnilenip toprağın üzerinde hep beraber yenenler galiba.
“Yarın sabah arıcı gelecek” diyor. “Arıcı” dediği, işten arkadaşı. Meraklıymış, onun da arıları varmış, yardıma gelecekmiş. Tarlanın bitiminde, kuyunun yanına koyduğu iki kovanın peteklerini değiştireceklermiş. Geçen yıl, iki petek üç kilo bal vermiş. Hâlâ şaşkın: “Hiçbir şey yapmadım, öyle durdukları yerde, kendi kendilerine verdiler.”
“Arıcı” ertesi sabah, söylediğinden iki saat geç geliyor. Güney insanı biraz rahat. Sorunca anlatıyor. Yirmi yıl önce evin bahçesinde tek kovanla meraktan başlamış. Sonra hoşuna gitmiş, yanına bir tane, sonra bir tane daha koymuş. Arılar çok bal yapınca, eşe dosta birer kavanoz hediye etmiş. Fazlası elinde kalınca semt pazarında tezgâh açmış. O zamandan beri yılda yaklaşık yirmi kilo bal satıyormuş. Fakat devam etmesinin sebebi, sattığı yirmi kilo bal değilmiş, arıları seyretmeyi, peteklerin kokusunu seviyormuş. Severek anlatıyor, mutluluğu o konuşurken yüzüne yansıyor.
“Hadi” diyorlar. Eski kamyonetinden beyaz tulumu çıkarıp giyiyor. Bir tane de kovanların sahibine getirmiş. İkisi giyip kovanların yanına gidiyorlar. Petekleri değiştiriyorlar. Uzaktan izliyoruz. İşlerini bitirip dönüyorlar.
Ne salatalıkla kayısı toplarken ne sofra kurarken ne yemek yerken ne de arıların evine girerken fotoğraf çekiliyor. Telefonlar şarjda, masada, çantada, arabada, orada, burada; kimsenin elinde de umurunda da değil.
Sıradan bir insan. Şehir merkezinde küçük bir daire yerine, önünde bir parça toprağı olan ev edinmeyi seçmiş, kendi kendine toprağını ekip biçen, o toprağı ekip biçebilsin diye her sabah altıda uyanıp işe giden, akşam çocuk gibi sevinçle evine, çamurlu tulumlarını giymeye koşan sıradan bir insan. İşi, dükkânlara demir perde üreten bir fabrikada metal parlatmak olan ama arılarından vazgeçmeyen, başka sıradan biri. Oturup yemek yedikleri, oynamasın diye bir ayağının altına ağaç parçası sıkıştırdıkları tahta masanın ne yapıldığı ağacın ne üzerine çakılan çivinin bir özelliği var. Izgara etrafında dolanan kedi, cins değil, üç renkli, her yerde bulunan cinsten. Ev sahibinin arkadaşları, kendi halinde insanlar. Sıradan insanlar oturmuş, sıradan yemekler yiyip sıradan şeylerden konuşuyorlar. Salatalıktan, duttan, arılardan, çeşnilerden. Zencefille zerdeçalı çiğden rendelemek mi lazım, yoksa tozunu gezdirmek yeter mi? Arı sokunca üzerine çiş yapmak işe yarar mı, yaramaz mı? Sıcak basınca kuyudan gelen suyu açıyorlar, hortum terasla beraber çıplak ayakları da serinletiyor. Herkes, her şey sıradan, samimi, olduğu gibi. Fakat herkesin, her şeyin kendine has bir sıradanlığı var. Sanki hepsi kendi gibi olmak için kendine izin vermiş gibi.
Sıradanlık güzel şey.
YORUMLAR