"Bırak ya bırak! Vatan bizim! Asker bizim!"

"Gel" diyor, "yerin hazır burada". "En yakın zamanda o ülkeden kaç!"

Cevap veremiyorum bu iyimser çağrıya. Ne diyeyim? Başka bir ülkeye gidip göçmen mi olayım? Göçmenliği iliklerine kadar hisseden insanlarla her gün ah vah mı edeyim? Türk olduğumu duydukları anda yüzlerine konmuş sineği arayan insanların yüzüne mi bakayım? Ya da görmeden gelip parklarda, bahçelerde... Hiç bilmiyorum ki ne yapayım.


Sonra beynimdeki 'kaç' sinyalini yakan görüntüler geliyor gözümün önüne. Dağlıca'da yaralanmış bir askeri köye taşımaya çalışan bir grup insan. Bir askeri hemşire ve yardımcısı da yanında. Silah sesleri geliyor dağlardan, gözünü kapatma, uyuma sesleri diğer yandan. Hemşire çığlık çığlığa sakinlik vermeye çalışıyor daha önce bir kaç kez gittiği topraklara. Adamlar zaten sakin... İlk kez yaşamıyorlar bu kaosu o yüzden arada " Hadi, hadi, hadi. Bir şey yok devam. Yürüyün!" diye bağırıyorlar. Sakinliğini koruyamayan hemşire dönüp avazı çıktığı kadar bağırıyor askeri sırtlamaya çalışan köylüye "Bırak ya bırak! Toprak benim asker benim! Sana ne oluyor?!"


Sözüm bitti orada. Budur özeti her şeyin. İnsani bir yardımı bile aitlendirerek, sınıflandırarak ateş altındakini ötekileştirmekten başka bir şey değil bu.


Büst öptürüyorlar sonra başka bir yerde. Bir diğerini Kürt sanıp dövüyorlar...


Mutlu bir ülkenin halleri değil bunlar. İç savaştayız. Çokçadır iç savaştayız da bunun farkında değiliz çünkü çok fakir ve körüz... İç savaş olduğunu anlarsak uyanırız. İşe gitmeye korkar olur herkes. Sonra çarkları döndüren küçük insancıklar birer birer yok olur. Ekonomik kriz gelir. (Çünkü krizde değiliz. Bizi teğet geçiyor, şanslıyız.)




Birkaç hafta öncesine kadar büyük şehirlerden bomba ihbarları yağıyordu. Doğu tamamen ateş altında. Her sabah yeni bir ölüm haberi. Toplu ölümler gerçekleşiyor devam ediyoruz gündelik yaşamımıza.


En son böyle hissettiğimde Gezi olaylarının son zamanlarıydı. İstiklal Caddesi'nde tomalar, akrepler eşliğinde koşan insanlar ve bir yanda alışveriş yapanları gördüğümde bu hisse kapılmıştım. Normalize etmeye çok meraklıyız.


Tabut yerine derin dondurucuya koyduğu çocuğunu gömmek isteyen annenin beyaz bayrakla yürümesi isyandır! Beyaz bayrak açıyorum diyor, bırak da öldürdüğün evladımı gömeyim...


Şehit ailesinin evine gizli kamera çekimiyle sızan haber ajansları var diğer yanda. Kadın feryat figan bir tabur askeri evinde görünce basıyor çığlığı "Niye geldiniz?" diye soruyor. "Bak sana bir şey diyeceklermiş" diyor komşusu. "Oğlun öldü" demeye gelmişler. Kamera da açık. Yani diyor ki bak haberi aldıkları an böyle oluyor şehit evleri...


Ve sonra diziler son hızıyla devam ediyor. Google'da en çok arananlardan "gerdeğe nasıl girerim" sorusu silinmiyor, gazeteleri basıyorlar, ölüm fermanları yayınlanıyor. Her şey yolundaymış gibi bir şizofreni halinde devam ediyoruz hayatlarımıza...


"Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkta izlemektedir." diyor Jean Baudrillard. O Sudan demiş. Harfleri siz değiştirin...


Kaçmak mı lazım hala bilemiyorum...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.