Neden makbul kadın olamıyoruz?
Geçenlerde Kısmetse Olur programına dair bir kesit düştü önüme. Beyimiz hangi özelliklere sahip bir kadını kendine yakıştırdığını anlatıyordu en delikanlı pozlarıyla. Her ne kadar oldukça köpürtülmüş, neredeyse parodi haline getirilmiş olsa da söylediklerinin toplumsal bir karşılığı olması önemli. O sebeple hangi kadınlar makbul değil ve neden değil, biraz konuşalım isterim.
“Kariyer diyen bir kadınla işim olmaz.”
Bir kere bir çalışan kadın / çalışan anne miti var malum. "Çalışan baba" versiyonu olmayan hani. Kadınların para kazandıkları bir işte çalışmaları bir mesele. Dahası sadece çalışmakla da yetinmeyip terfi almak isteyen, kariyer inşa etmek isteyen kadına karşı bir itibarsızlaştırma var. “Müdür olmuş ama evlenememiş baksana” gibi komik küçümsemeler üzerinden. Sanki evlenmek bir kadının başına gelebilecek en iyi şeymiş de kariyerinde yükselmiş olması, mevki kazanmış olması, kimseye muhtaç olmadan iyi paralar kazanıyor olması önemsizmiş gibi.
Neden öyledir? Kariyer diyen kadının mutsuz olduğu evlilikten çıkması daha kolaydır çünkü. Ekonomik bağımlılığı yoksa, daha kolay boşanır. Eskiden kadınlar çok fedakardı, bir çırpıda yuva yıkmazdı diye anlatılan hikayelerdeki kadınlar kendi paralarını kazanıyor olsalardı bir dakika dururlar mıydı o evliliklerde acaba bir dönüp sormak lazım.
Kariyer diyen kadının böyle itibarsızlaştırılması, yetersiz kadın görülmesi altında bu bağımsızlaşmanın yarattığı korku yatıyor işte. Aman güçlenmesin. Aman ev dışında bir sosyal çevresi olmasın. Aman toplum içinde saygınlığı artmasın. Neme lazım bırakıp gidiverir sonra.
“Bana kuaförden alışverişten evine vakit ayıramayan kadın lazım değil.”
Burada da bakımlı kadın kötülemesi görüyoruz. Evli olduğu halde kendine bakan, özenen kadın “aranıyor”dur çünkü olsa olsa. Onu “alan almış, satan satmış”ken kime bu süs müstür sonuçta. Ne gerek? Kendine özenen kadının hamaratlığı sorgulanır çünkü. Özbakımına odaklanacağına bulaşıkları yıkasın çünkü. Kuaföre, giyim kuşama para harcayacağına ev ekonomisine odaklansın.
Yoksa mazallah kendini güzel bulmaya devam eder o kadın. “Ben evlendiğimde 48 kiloydum aah ah”, “kızken ben de çok giyerdim böyle allı pullu” diye iç çekmek dururken, kendini sevmeye başlar. Yaşamı daha coşkulu yaşamaya başlar. Yaşamının öznesi olmaya devam eder, birinin karısı/annesi olarak figüranlık oynamak yerine. Özgüveni yükselir. Kocasının ağzından iki güzel söz duymak için gayret göstermeye daha az odaklanır, kendine söyleyiverir o sözleri.
“Anam gibi fedakar kadın lazım.”
Kadın dediğin saçını süpürge eder neticede. Yemez yedirir, giymez giydirir. Kocasına da bakım verir. Çocuğuymuş gibi. Ne yiyeceğini, ne giyeceğini düşünür. "Aman o rahat etsin" der. Tıpkı ebeveyn-çocuk ilişkisinde olduğu gibi bunu da tek taraflı yapar üstelik. Karşısındakinden beklemeksizin.
Bu ilişkiler de şuna neticelenir. O adam anası gibi gördüğü kadınla romantik ilişki kurmakta zorlanır. Hemen kendine sevgili yapar. Kadın ekonomik bağımsızlığı olmadığından boşanamaz. Üstelik üste çıkar “sen de kendini çok saldın, ben ne yapayım” der. Kendini aklar, kadını suçlar. Etraf da bu bilgiyi destekler. İlişkiyi ateşli kılmak da kadının sorumluluğunda neticede.
Böyle evlilik olmaz. Kadının güçlenmesinden bu derece korkan adamdan partner olmaz. Partnerler birbirinin gücüyle, güzelliğiyle gurur duyar. Kendisiyle bu denli derdi olmayan insanın bir partnerden beklediği ebeveynlik değil yarenliktir. Bunlar artık çok 1950’ler. Parodisini görmeye dahi tahammül edemiyorum. Freud’a sevgiler.
YORUMLAR