Hoşçakal İstanbul...

Bu işin buraya varacağı belliydi.


O kadar Heidi seyredersem böyle olur işte. Gider ormanın ortasında ahşap bir kulübede yaşarım.


Zaten elim kalem tutup da bir şeyler çiziktirmeye başladığımda ikide bir ev çizerdim, pencere yerlerine birer kare oturtur, ortalarına birer de artı, perdelerini de şöyle kenara tutturur, bir de evin çatısına yakın bir yere yuvarlak çizer, bir de baca kondururdum şöyle dumanı tüten cinsinden.


Al işte, büyü yapmışım tutmuş; bir tek, yuvarlak değil de kare olmuş çatı penceresi.


Ah ah annem beni bugünler için mi doğurmuştu hâlbuki? Topuklarım çatlıyor, krem mırem de sürmüyorum, çok kızıyor annem.


Neymiş, nasıl yaşlanıyorum onu görecekmişim. "Ne güzel okumuştun işletmelerde, şöyle müdür olaydın ne olurdu? Bak Şükran teyzenin kızı Fişmanca'ya müdür olmuş da altına araba da vermişler şöför de, şu kadar bin dolar da maaş alıyor. Önce para kazanaydınız da öyle gideydiniz ne olurdu?" "Ama anne, beni müdür yapmazlardı ki, karakterim uygun değil, üstelik hasta olurdum ben öyle işlerde, dayanamazdım, sonra doktorlara mı vereydim kazandığım paraları?"


Bu "ama anne"lerin sonu bir gün geldi, annem bir onbeş yıl kadar sonra ikna oldu. "Annecim, televizyonda bizim buraları gösteren bir belgesel var, saat onda, aç da bak, bizim arkadaşımızla röportaj yapıyorlar" gibi konuşmaların geçtiği onca telefondan ve benim kendi kendime "Şu dünyada herkesi mutlu ettim de bir annemi mutlu edemedim Allahım” serzenişlerimden sonra annem artık beni bir pazar sabahı arayıp "Zeteve'yi seyrediyor musunuz? Bak adamın biri gitti dağın başında kendi evini yapıyor, seyredin seyredin." diyebiliyor.


Yaşasın!


Annem artık beni anladı…


Kabullendi mi yoksa?


Eh artık yirmi yıl oldu. O kadar olsun değil mi?


Tam yirmi yıl önce bugünlerde tası tarağı toplamış, Antalya’nın o zamanlar yolu toprak olan Çıralı köyüne doğru bir akşam vakti yola çıkmıştık.


Eşyalar tırdan bozma kocaman bir kamyona yüklenmiş, biz de yeni doğum yapmış kedimiz ve üç bebişi ile kiraladığımız arabaya ev toplamaktan kalan son enerjimizle serilmiş, yorgun argın takip etmiştik kamyonu.


O güzelim kış güneşi Toroslar’ın karlı manzarasına doğduğunda uykulu gözlerle yeni bir hayata doğru ilerlediğimizin farkına vardık. Doğup büyüdüğümüz şehri bırakıp doğanın kucağına atıyorduk kendimizi.


Bilinmeyenin heyecanı, cahilin cesareti vardı yüreğimizde. Korku yoktu, şüphe yoktu. Güneş vardı, hem de nasıl güneş. D 400 karayolundan köyümüze saptığımızda solda bize eşlik eden gürül gürül dere sabah güneşiyle parlayan haliyle gözlerimden hafızama nakşoldu…


Ne o gün ne de güneş unutulur.


Merhaba…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.