Her şey kendi halinde…
Ocak güneşi, insanın içini ısıtan o kış güneşi… Günlerce yağan yağmurlar, ardından gelen güneşli ve dondurucu soğuklar, sonrasında yine aralıksız üç gün yağmur… Evin içinde yaşanmak durumunda kalan zamanlar… Kitaplar, örgüler, müzikler ve bolca sohbetten sonra artık eve sığamaz oluyoruz. Tüm bu hava şartlarının içimizde yarattığı “dışarıda olma” dürtüsü ile güneşi görür görmez kendimizi dışarı atıyoruz, gelen arkadaşlarımızla yürüyüşlere çıkıyoruz.
Yıldızlı gecenin ardından ertesi günün açık olacağını tahmin ediyor olsak da, hava durumunda hafta sonunun yağmurlu geçeceğini öğrendiğimizden, sabaha karşı başlayan kuvvetli yağmura şaşırmıyoruz. Alıştık artık düzenli yağmurlara. Bizim için olsa hiç fark etmez ama konuğumuz için güneşli hava duasını içimizden tekrarlayıp duruyoruz: “Kendimiz için istiyorsak namerdiz, nooolur şu kısacık tatilinde arkadaşımıza güneşi göster ey göklerin efendisi!” Ve hava biraz sonra yükselmeye başlıyor, Tahtalı’nın tepesindeki bulutlar dağılıyor, sonunda güneş yüzünü gösteriyor.
Hemen yürüyüş hazırlıklarına başlıyoruz. O çok sevdiğimiz yosunlu patikadan aşağıya, o sevdiğimiz bahçeye ulaşıyoruz. Birkaç geniş taraça boyunca nergisler açmış, her yer salınan sarı beyaz ışıklarla dolu. Suyun sesini takip ediyor, sola, aşağıya kıvrılıp, sonunda derenin yanına varıyoruz.
Havanın güzelliği içimizi açıyor. Tepenin ardında kalan güneş, ağaçların arasından süzülerek, yoluna çıkan her şeyi ışığa boyuyor. Yosunlar, ağaçların kabuk kabuk yaşlanmış gövdeleri parıldıyor, incecik otlar güneşin ışıklarını yakalamış salınıyor akşamüstüne yaklaşan aydınlıkta. Ve dere, her yönden gelen küçük dereciklerin birleşmesiyle çağıldıyor. Taş duruyor, dere akıyor, dal sallanıyor, kuş uçuyor, rüzgâr esiyor. Her şey kendi halinde.
Suyla oynaşıp ona dileklerimizi söylüyoruz. Derenin hoyrat akışlarıyla oyulmuş küçük vadide, yamaçtaki bir ağacın açıkta kalmış köklerinden sular damlıyor. Denizde her bir damlanın işte böyle emeği var, damlaya damlaya dereler olup denize koşuyorlar. Dönüş yolunda bahçeye başka bir patikadan gitmeyi deniyorum bu kez. Bilinmez patikaları takip etmeyi hep seviyorum.
Bahçede ekibin geri kalanıyla buluşup, en güneşli yerde mandalinalarımızı yemek üzere, büyükçe kayaların olduğu taraçada mola veriyoruz. Kendime uygun bir kaya seçip oturuyorum ve mandalinamı soyarken etrafı seyrediyorum. Karşımdaki mersinlerin bazı dalları kurumuş. Uzaktaki zeytin ağacı rüzgârla salınıyor. Kayaların üzerindeki likenlerin renkleri birbirine karışmış. Büyük bir emekle hazırlanmış taraçaların etrafında döşeli kayalar toprağı tutuyor. Solumda Tahtalı dağ, yoğun yağışların armağanı olan karlarla kaplı tepesiyle ışıltılar saçıyor, her zamanki gibi heybetli ve büyüleyici. Adeta dağın kollarıyla sarmalanmışım. Ayağımı bastığım toprak killi, alt katmanlara geçit bulamayan su, bu taraçalarda hapis kalmış gibi. “Her şey kendi halinde” diye geçiyor içimden, “her şey yerli yerinde.” Mandalinanın tatlı ve ekşi ve mis kokan yabani tadı ağzımda, dilimde, boğazımda ve burnumun her yerinde aynı anda patlıyor!
Görünürde hiçbir köşe yok, sadece kıvrımlar var. Keskin dönemeçler yok, yumuşak geçişler var. Doğada her şey böyleymiş gibi görünüyor. Ve eğer bazı bilim insanlarının söylediği gibi, yeniden bir buzul çağına hazırlanıyorsak, bu geçişler de yavaş olacak kuşkusuz, yavaş yavaş ısındığımız gibi yavaş yavaş soğuyacağız, yavaş yavaş yağmurlar çoğalacak ve dereler yine tüm gücüyle akacak. Derelerin üzerinde sahiplik iddia edip de suya el koymaya, sahip olmaya niyetli tüm o HES’lere inat, sular gürüldeyecek her bir vadiden.
Sular geri dönüyor. Yavaş yavaşşş, yavaş yavaşşş…
Yaşamı besleyen suya ve onun gücüne saygıyla…
Hayırlı olsun.
YORUMLAR