Ölüm ilanlarıyla cam silinmez
"Günlerin tam içinde yaşayamayınca, olanlara akıl erdiremeyince, bunlarla oyalanıyoruz işte: kahve pişirmek, çay demlemek…"
Tomris Uyar demiş.
Rahmetliyle bazen parka gidiyoruz, bazen metroya biniyoruz. Açıyorum bir sayfasını, rastgele. Günlüklerini okuyorum. Benim doğumgünümde bir şey yazmış mı diye bakıp, kelime falı tutuyorum. Türkiye’den kahve getirmiştim, onlar da hâlâ bitmediler, bir kişi içince bitmiyormuş ya da kimbilir nasıl abandıysam paket paket. Kahve pişirirken bir tane cezvenin bir de Tomris Uyar’ın hatrına birer kaşık kahve atıyorum. Fal açıyorum ikimize. Sırt sırta dönen kıtalar çıktı geçenlerde. Afrika’yla Çin’e benzettim, küsmüşler birbirlerine.
Burası iyice soğudu. Hissedilen eksi 17’ydi geçen hafta, demek ki yaşanıyor her şartta. Bazen sırf ısınmak için evde bulaşık çıkartıp, kaynar suda bulaşıkları yıkıyorum. Su nasılsa bedava gibi sepet sepet sersemlik içinde değilim elbette, bir gün dünyada su biterse kendimi bundan fena halde sorumlu tutarım.
Sizin oralarda da soğumuş nihayet. Hayır, buna da sevinmiyorum elbette, hani aramızda kıtalar varken, bari hava durumundan konuşmamız gerekirse berelerle eldivenler aramızı bozmasın. Bir de soğuk da yağmur da iyidir. Hem; "Nasreddin Hoca’nın maya çaldığı göl kurudu" diye bir haber dinledim televizyonda. Konuştukları adam, durmuş kurumuş çatlamış gölün üstünde, aynen şöyle diyordu: "Buraya gelen hayvanlar da mağdur olup, dönüyor." Bahsettiği hayvanlar balıklar. Sonra farketti, balıklar kuru topraktan nasıl geri dönsün, onlar da orada bir göl olacaktı diye gelmişler, cümlesini düzeltti, "Ya da dönemiyorlar." Bir balıkların mağdur olmadığı kalmıştı.
Dedim ya soğuk, ayazdan sırtım ağrıyor bazen. Geçenlerde de kalbim ağrıdı. Başbakan küçük bir çocuğun burnunu silmiş, "Annen mi hasta etti seni?" demiş, sonra oyuncağa bakmış, "Annen mi kırdı oyuncağını?" demiş. Denir mi? Birinci sorum sen kaynana mısın, ikinci sorum kötü kaynana mısın? Kötü kaynanalar yapar başbakanın yaptığını… "Annen yemek yapmıyor mu sana?", "Annen mi ağlattı seni?" Çocuklar annelerini çekiştirmez kimseye, bunu öğrensin bütün kötü kaynanalar. Ölse de bitse de, annesinden dayak da yese, "Anne" diye ağlar çocuklar yastığa kafasını gömüp… Kimse artık danışmanı, yazıp versinler bir küçük not kağıdında.
Bir vakitler, Bülent Arınç, "Anne sevgisini bu millete başbakan öğretti" demişti. O günler de geride kaldı. Dargınlar ya, şimdi istesen söylemez böyle bir cümleyi Bülent Arınç, belki de ağlar. Dargınlık ağır gelir insana. Kim bilir niye darıldılar? Nerede tıkandılar? İnsanlar tıkıyor bazen kalbe giden damarları. Değiştirmek lazım. By-pass. Arkadaş olsalar, iki bira atsalar, bir de patates. Hızla evden fırlasalar, atlasalar bir vapura. Geçseler Kadıköy’e. Bülent’le Recep olsalar. Aman bana ne ya! Üç kuruşa yazı yazan insanlarız nihayetinde. Ben miyim onlara akıl verecek.
Ben pazardan pazen pijama, Çinli adamdan iki dolara garip biblolar, mumlar, mis gibi kokan Çin sabunları almak için yaşıyorum belki de. Bir de çizgili mutfak bezi. Yoğurt kaplarını da saklar oldum. Giderek anneme benziyorum. Annem gibi, gazeteleri masanın üzerine diziyorum. Kesiyorum. Okuduğum gazetelerle önce camları siliyorum, kalanlara da sebzeleri sarıyorum. Üç sap pırasa, bir top lahana, beş tane brokoli için semt pazarını bekliyorum. Cumartesi günleri.
Pazar günleri de gazetede iki sayfa yayımlanan ölüm ilanlarını okuyorum. Resimlileri var, resimsizleri var. Cecile Shultz, New York’taki evinde huzur içinde vefat etmiş. 20 Ocak 1922’de doğmuş, 2. Dünya Savaşı’nı, Büyük Buhran’ı yaşamış. Ama öyle şanslı bir kadınmış ki, kadının dünyada değişen rolünü de teknolojik sıçramayı da yakaladığı bir hayatı olmuş. Böyle yazmışlar ölüm ilanına. Onu çok ama çok fena özleyeceklerini eklemişler. Sonra Dr. Frederick Michael’ın eşi de yazmış, söz vermiş kocasına, "Hani seninle dağdan yürürdük sahile inerdik ya, yine yürüyeceğim, yine kumsalda dans edeceğim, seni dün sevdim bugün de seveceğim" yazmış.
Sonra yine pazartesi olacak, sonra yine salı. Sonra cumartesi, semt pazarı. Ölüm ilanları pazar günleri, ben yine tanımadığım insanlara üzüleceğim, o sayfalarla cam silinmez, kenara ayırıp, saate bakacağım. Misal, şimdi Tahran’da akşam yemeği saati. Belki İran televizyonunda Küp Şeker filmini gösteriyorlardır. İki çocuk da karşısında oturmuş, fıstık yiyordur. Şu havuza meyvelerle, sebzelerin atıldığı sahneyle, dedenin küp şeker kırdığı sahneyi görseler yeter ikisine de. Çocukken seyrettiğin filmlerden kareler vesikalık gibi düşer cüzdanına…
Buranın saatiyle benim için kızarmış ekmek, kahve vakti. Sonra Çinli adamın dükkânına kısa bir yürüyüş. Edip Cansever Tomris Uyar’a yazmış, "Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç!" diye. Nerden geldiyse aklıma... Neyse, geçen gün acıklı bir şey olmuştu, onu yazacaktım ben aslında... Parkta bir anne çocuğuna "Ben bismillah dedikçe sen zıpla" diye oyun oynatıyordu. Çocuklar da hala zıplıyor bu soğukta!
YORUMLAR