Kontrolü kaybediyorsun!

Babaanneme birisi “Aman torununuz pek güzel” derse bu iltifatı gururla kabul eder sonra da “Kaderi güzel olsun" derdi. İnsanların kendi yazmadığı bir kaderi, bir alın yazısı olduğu fikri, onların nesli için hayatı anlamlandırmanın temel araçlarından biriydi. Yaşanmakta olan gerçekle meselelerini bu şekilde çözerler, hayatın önlerine koydukları sınırlara bu şekilde tahammül ederlerdi.


Anne babalarımızın kafası, bu konuda bir hayli karışıktı. Bu mekanizma hem hala vardı, hem de özgür irade diye bir meret ortaya çıkmıştı. Bir yandan müdahale edemedikleri bir dizi olaylar serisinin içinde yaşadıklarına inanır, bir yandan başlarına gelen işlerde kendi hareketlerinin etkisi olduğu fikrinin ağır sorumluluğu altında ezilirlerdi. Yeni olan, yüzü ileriye doğru bakan fikir özgür iradeydi. Ama bu şatafatlı fikir, yeni alınmış gösterişli bir ayakkabı gibiydi ve yorgun ayaklarına bir türlü olmuyordu. Özgür irade fikrini, çoğu anne baba çocuğuna şehrin müstesna bir köşesinde 3 oda bir salon ev bırakır gibi miras bıraktı. Özellikle kız çocuklarına hep “Bizim gibi yapma, kaderini kendi eline al” dendi. Nihayetinde alın yazısı furyasından ne hikmetse en zararlı çıkan hep kadınlardı.


Biz ise, bir alın yazımız olduğunu aklımıza bile getirmeden ilk gençlik yıllarımızı geçirdik. İçinde bulunduğumuz koşulları değiştirebilir, kendi adımıza kararlar alabilir, nasıl ve kimle yaşayacağımızı seçebilirdik. Elimizi kolumuzu kendimiz hareket ettiriyor, bir şeyi yapmaya ya da yapmama konusunda irade gösterebiliyorduk.



Güç bizde her şey ama her şey elimizdeydi. Zaten tersi bir düşünce hiç “cool” değildi. Kader kelimesini duymadan uzun yıllar geçirdiğimi söyleyebilirim. Bu konseptler seksenlerin vatkası, krepesi, taytı gibi rafa kalkmıştı.


Nesiller gelip geçse zaman değişse de yaşamak denen şeyin yapı taşları değişmediği için hayat önümüze sınırlar koymaya, etrafımızı çevreleyen gerçeklik bizi tıpkı babaannemiz zorladığı gibi zorlamaya devam etti. Madem elimizi kolumuzu biz hareket ettiriyorduk, olan ya da olmayan şeylerin sorumluğu da bizim omuzlarımızdaydı. Kendi yaşamlarımızın tanrılarıydık. Peki o zaman neden işler istediğimiz gibi gitmiyordu? Sınırları alt üst edip, yaşanan gerçekleri yıkıp baştan yapmak madem mümkündü... Bütün bunlar olduğunda, bunları yapan biri vardı. Yapılamadığında da yapamayan biri olmalıydı. Bu biri olmak çok zordu. Bu birinin, hayatın önüne koyduğu sınırlarla anlamlandırmak için bir mekanizmaya ihtiyacı vardı. Elindeyse sadece suçluluk ve yetersizlik duygusu kaldı.





Ömrümüzün otuzlu yaşlar kısmını bu mekanizmayı arayarak geçirdik. “Nerede hata yaptım?” diye sorduk durduk. Bu soruyu sorarken tanrı olduğumuzdan hala şüphemiz yoktu, sadece artık son derece kötü tanrılar olduğumuza inanmıştık.





Kaygı bozukluğu ya da panik atak en sık görülen psikolojik sorunlardan. Bu sorunu yaşayan insanlar, etrafında olup biteni kontrol edemediği, dünyanın ellerinden kayıp gittiği ve bu nedenle başına büyük bir felaket geleceği hissine kapılırlar.



Panik bozukluğu olan insanlara sorun, ilk söyleyecekleri şey “Kontrolü kaybediyorum” olur. Bana sorarsanız deneyimledikleri şey bu atakları yaşamayan insanlara göre aslında hem daha gerçek, hem de aynı anda koca bir yanılsamadır. Yanılsamadır çünkü bir şeyi kaybetmek için öncelikle ona sahip olmanız gerekir.


Öte yandan bu insanlar, yaşadıkları şeyi “Kontrolü kaybediyorum” diye tanımlasa da aslında “Zaten kontrol edebilmek diye bir şey yok”u deneyimlerler. Tecrübeyi tatsız kılan, tecrübenin kendisine direnmeleridir. Gene de bir durumdan ötekine giden yol çok kısadır ve bu insanlar için ilk tanımdan ikinciye bir yol açılmıştır.


Etrafınıza bakın, bu tür tatsız tecrübelerden sonra insanlar için ellerini kollarını kendilerinin hareket ettirdiği fikrinin hükmünü yitirdiğini görürsünüz. Böyle bir deneyim yaşamasanız da bu his orta yaşlara varıldığında size de gelir. Bir şeyi isteme konusundaki kararlılık bile azalır artık daha çok “Hayırlısı olsun” denmeye başlanmıştır.


Babaanneden kalma mekanizmayı bağrımıza basıp kullanmaya başlamışızdır ama biz bu işi babaannemizin yaptığı gibi yapamayız. Merak ederiz. “Elimizi kolumuzu hareket ettiren ne?”


Ne tarafa baksanız bunun için farklı bir yanıt bulursunuz. Çocuğunuzu beslerken kaşığı tutan elin, gün gelir sizin değil annenizin olduğunu anlarsınız. Akşam geç vakit ofiste yalnız başınıza çalışırken, babanızın elleri klavyenin üstünde gezinir. Bu saatte eve gitmeyen onun ayaklarıdır.



Biraz daha dikkatli bakın kendi kararlarınızın büyük kısmında onları görürsünüz varlıkları ya da yokluklarıyla. Anne babanız bedeninize giren bir virüs gibi sizle yaşar. Damarlarınızda gezinir, hücrelerinize yerleşir kendilerini maharetle unuttururlar; sonra hiç ummadığınız bir yerden karşınıza çıkarlar. Üstelik, onların sözleri sizin ağzınızdan sizin sesinizle çıkar; onların hayal kırıklıkları, sizin elinizi kolunuz hareket ettirir. Tüm bunların anne babaya benzemek ya da onlar gibi olmakla alakası yoktur. Bıraktıkları izlerin sonuçlarını yaşamaktır. Ne bu izler, ne de bu izlerin sizin hayatınızdaki sonuçları üzerinde etkiniz vardır.


İşin bu kısmı zaten, malumu ilan. Ama bununla kalmıyor. Elimizi kolumuzu ne hareket ettiriyor sorusu, muhtemelen cevabı hiçbir zaman tamamlanamayacak bir soru. Bırakın anne babanızı mesele mağara devrindeki atalarınıza kadar gidebiliyor. Bir restorana gittiğinizde menüden ne seçeceğinizi bile, ihtimal o dur ki bir kaç nesil önce yaşamış bir atanızın yaşadığı iyi ya da kötü bir deneyime dayanabiliyor.





Geçtiğimiz günlerde BBC’nin internet sitesinde bir haber yayınlandı. Fareler üzerinde yapılan bir deneyden söz ediliyordu. Deneyde, bir grup fareye çilek kokusundan rahatsızlık duymaları öğretilmişti. Bu farelerden doğan iki nesil sonraki fareler bile çilek kokusundan rahatsızlık duyuyorlardı. Araştırma, çilek kokusundan rahatsız olma durumunun farelerin DNA’sında değişime neden olduğunu da ortaya koydu.


İşin güdüsel/ilkel kısımlarına pek girmiyorum bile. Çocuk yapma deneyiminin bir tür mazoşizm olduğunu her anne bilir ama itiraf etmez. Genel olarak acıdan uzaklaşma eğiliminde olan insan oğlu iş çocuk yapmaya gelince kendini mutlulukla bu acının kolların atar. Üstelik bir tane ile doymaz, tekrar tekrar yapmak ister. Nedeninin mantık ve izanla açıklanması mümkün değildir. Fabrika ayarlarımız öyledir.


Kadınların hangi ortamda daha rahat doğum yaptıkları araştırıldığında ortaya çıkan ortam tanımı mağaraya benzer. Kadınlar kuytu karanlık tehlikeden uzak bir yerde doğurmak ister. Adrenalin/gerilim doğumu durdurur. Kadın bedeni, böyle bir durumda doğada vahşi bir hayvan görmüş gibi davranır.


Bu tür şeylerden bahsedince hep aynı klişe itirazlar gelir: “O zaman kimse yaptığından sorumlu değil.” “O zaman katiller de hapse girmesin.” “Yan gelip yatalım hiç bir şeyi düzeltmek için mücadele etmeyelim.” “Bu yaklaşımlar insanları atalete sürüklüyor, köleleştiriyor.” “O kadar insanı Hitler öldürmedi.”


Bu itirazlardan sonuncusu, benim on beş yıl önce bir yoga kampında hocalarım David Cornwell ve Zeynep Aksoy’a yönelttiğim itirazdı. Yirmi iki yaşındayken bu fikir hiç hoşuma gitmemişti.


Bu itirazlara bugün 37 yaşındayken iki yanıtım olabilir:


Amerikalı Psikiyatrist Irvin Yalom, “İnsanların en büyük sorunu ölüm farkındalığı olmaması” der. Başka bir sorunları da hayatlarının kontrolünün kendi ellerinde olmadığı farkındalığının olmasıdır. Siz de ben de öleceğimizi biliriz ama gene de hep ölmeyecek gibi yaşarız. Özgür irade diye bir şey olmadığını bilsek de hep varmış gibi yaşarız. Bu yazıyı yazdığım günün sabahına planlar yaparak, büyük küçük kararlar alarak başladığım bir gerçektir. Dolayısıyla bu fikre açık olmak, gene sizi yapacağınızdan alıkoymaz. Çünkü yapacaklarınız elinizde değildir. Dünya barışı için kendiniz paralayacaksanız paralayacaksınızdır.


İkincisi, bu bir alın yazısı değildir. Alın yazısı bir kere yazılmıştır değişmez. Burada dinamik bir süreç vardır. Bir adım sonra ne olacağı kimse tarafından bilinmez. Çünkü etrafımızda her gün binlerce şey olmaktadır. Sadece geçmişten gelen bu miraslar değil bugün son derece rastlantısal olarak gerçekleşen olaylar da hayatımızda belirleyici olur. Bir gün hasta olur işe gitmezsiniz. O gün hasta olmasanız hayatınızın nasıl olacağını hiçbir zaman bilemeyeceksiniz. Her gün deneyimlediğiniz olaylar, bilinç dışı aklınızla birleşip ilmek ilmek hayatınızı örer. Sizi bir yerden başka bir yere götürür.


Sonuç olarak, özgür irade yoksa bile, varmış gibi yaşamanın hayatlarımızdaki etkisi kaçınılmazdır. Bunun iyi ya da kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. Nihayetinde bir şeyin var olduğuna inanarak yaşamakla, var olması arasında pek az fark vardır.


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.