Devler Ülkesi - Bölüm 2
"Oyy, şen mişin bu adanın en büyük yıytıcışı?"
Madagaskar'a gitmeme bi hafta var. Araştırma yapmaya üşenip duruyorum, bi yandan da içim rahat etmiyor, napsam napsam, Madagaskar (animasyon) serisini izlemeye başlıyorum. Kahramanlarımız hayvanat bahçesinden kaçarken çeşitli olaylar sonunda kendilerini Madagaskar'da buluyorlar. Adanın yerlisi olan acaip acaip hayvanlarla karşılaşıp, başlarına geleni anlamaya çalışıyorlar. Derken, o komik yerli hayvanlar panik ve korkuyla kaçışıyorlar. Korkunun kaynağı sahneye giriş yapıyor sonra: Fossa!
Kirindy, bi fossayı çıplak gözle görebilme olasılığının en yüksek olduğu yer. Benim ülkenin batısına gelme nedenim baobablar; fossa görmeye o kadar yol tepmem yani. Ama gelmişken de göreyim istiyorum haliyle. Fossa dışında, birkaç lemur türü ve kuru orman denilen bitki örtüsüyle de tanışmaya fırsat benim için.
4×4 tayfasının kaldığı bungalovlar bütçemin çok üstünde, neyse ki benim gibi tipler için bi de yatakhane yapmışlar. Benden başka herkes bungalovlarda kaldığı için 6 yataklı mekanın anahtarını veriyor bana görevli kadın. Çantamı bırakıp, pek oyalanmadan çıkıyorum. Öğle güneşine kalmadan biraz kuru ormanda turlama niyetindeyim.
Madagaskar kocaman bi ada. Öyle değişik bi zaman diliminde kıtadan kopmuş ki, kendi çapında gezegen gibi bişe olmuş. Burada yaşayan bitki ve hayvanların yüzde 80'i başka yerde yaşamıyor. Yani yüzde 20'lik bi kesişim kümesi var; o küme haricinde bi Dünya var, bi de Madagaskar var. Ve bu adanın hayvan sakinleri çok minnoş tipler. Zehriyle insan öldürebilecek bi hayvan yok adada, keza insan avlayacak büyüklükte bi yırtıcı da yok. Öyle olunca, ben de kafama göre dalabiliyorum hiç bilmediğim ormana.
Tam kamptan ayrılacağım, kocaman fotoğraf makineleriyle toplanmış kalantorlar görüyorum. "Ne gördüler lan acaba?" diye yanaşıyorum. Ahanda fossa! Kampın çöplüğünden sebeplenmeye gelmiş 2 tanesi. Kedi-köpek-fareyi karıştırmışlar, kıçına da maymun kuyruğu takmışlar gibi bi tip. Orta boy bi köpek kadar büyüklüğü. Adanın en büyük yırtıcısı olmasına ve animasyonda ondan kaçan lemurlara tekrar sırıtıyorum. Bi de Ahmet Kaya'nın Fosso Necdat'ı geliyor aklıma. "...Mahalleli bezmiş ama. Çıkamıyor kimse cama..." Hem havası lemurlara söken bi belalı hem çöplükte takılıyor. Benim için artık Fossa Necdat kendisi.
Kamptan uzaklaşıyorum. Kuru orman harbiden kuru, isminin hakkını veriyor. İncecik ve kupkuru ağaçlar var, çok sıklar, aralarından geçmesi mesele. Bi de çalılar var. Son yağmur kim bilir kaç ay önce yağmış. Madagaskar'ın her tarafında başka başka iklimler hüküm sürüyor. Buralar, yani Batı, çok kurak. Güney, Batı'dan da betermiş, doğru düzgün hayat yokmuş. İlk 3 haftamı geçirdiğim Doğu'da ise hindistan cevizleri, tropik ormanlar vs... Kupkuru ağaçların, çalıların sıklığında, oram buram çizile çizile ilerlerken daan diye bi dev beliriyor: Baobab. Birkaç metrelik, cılız tiplerin arasından fırlayan 20-30 metrelik, kapkalın gövdeli bi tip. Hayranlıkla izlerken gözüm yerde bişeye çarpıyor, yaklaşıyorum: Kocaman bi deniz minaresi. Afallıyorum. Ne alaka lan yani. İşaretsen de ne biçim bi işaretsin arkadaş? Kocaman deniz minaresini alıyorum, karşılık olarak baobabın dibine azotumu (çişimi) bırakıyorum.
1 saat daha ilerliyorum ormanda. 5-6 çeşit kuş görüyorum, daha da fazlasını duyuyorum. Seslerini telefonuma kaydediyorum. Minarelerden, başka yerlerde de var tek tük. Alala. Uzaktan kocaman kakalar görüyorum, yaklaşınca termit yuvaları olduklarını anlıyorum "Termit termit üstüne kurdum binayı..."diye türkü söylüyorum. (Şu hayatta, kendi alanıma sahip olabildiğim, yalnız kalabildiğim çok nadirdir, kalınca da hep keyiflenir, saçma sapan şarkılar söylerim.) Oradan, başka uydurma/çağrışımlı türküler, şarkılara geçiyorum... Bu arada hayatım boyunca en çok mırıldandığım şey, Merinos Halı reklamının şarkısı sanırım. Yıllardır 6-8 harfli kelimeleri Merinos yerine koyarak söylüyorum bunu sağda solda. "Baobabtır halısı baobab… İnce, narin yapısı Allah Allah… Türkiye'nin yarısı baobab… Baobab sevdalısı Allah Allah..." Müziği beni inanılmaz yakalamış, ne diyeyim.
Güneş iyice coşunca geri dönüyorum kampa. Çardak gibi bi yer var, orada soluklanıyorum. Onun gölgesine gelen püskül püskül kuyruklu, gelincik-sincap arası bi sevimliyle tanışıyorum. Az ötede mavi-mor suratlı, hindi benzeri bi tip takılıyor. Çardağın içinde oradan oraya uçuşan, sürekli çok yakınlarıma konan, serçe boyunda, açık kahve renkli bi bıdık kuşla arkadaşlık ediyorum. Sonra da gidip dinleniyorum yatakhanede.
Birkaç saat kestirme, kampta gezinme, çay vs. ile akşamı ediyorum. Yasemin kokusu sarıyor etrafı. Hindistan-Jaipur-Dhamma Thali-10 günlük vipassana meditasyonuna ışınlanıyorum hemen. Kokuların zaman ve mekana ışınlama güçlerine hayranım. Akşam yemeğinin ardından 4-5 kişilik gruplar halinde, rehberler eşliğinde gece yürüyüşüne çıkıyoruz. Bazı gececil lemur türlerini görme derdindeyiz. Görüyoruz da. 4 tür görüyoruz; aralarında, en küçük lemur türü olan, 10 santimlik fare lemuru da var. Rehberler profesyonel fenerlerle gösterip, uzun uzun davranışlarını anlatıyorlar. Gece kuru ormanda olmak, fenerlerle yürümek, hışırtılarda kıllanmak falan değişik bi kafaymış. 1-2 saatlik yürüyüşün ardından kampa dönüyoruz. İnsanlar odalarına çekiliyor.
Ben çekilemiyorum. Dünyanın en sapa yerlerinden birine gelmiş olmama rağmen, ülkenin çoğunda öyle ya da böyle bi ışık kirliliğine maruz kalıyorum haftalardır. Ve yine bi hiçliğin ortasında, yine kocaman ışıklar var kampı aydınlık tutabilmek için. İstanbul'da yaşayan, yıldızlara, galaksilere aç bi çocuğum ben. Issız adada ışık tutarlar, tropik ormanda ışık tutarlar, kuru ormanda ışık tutarlar, yeter be! Şöyle tehlikeli, böyle yasak diyeceklerini bildiğim için, kimseye bişe sormadan kamptan fıyıp, karanlığın içinde ormana dalıyorum. 10 dakika yürüdükten sonra lanet ışık geride kalıyor. Galaksiler tepemde nihayet. Dakikada 10 kez sağımı solumu kollayarak, her hışırtıda kalbim duracak şekilde ormanın ortasında yıldızları izliyorum. Gece yürüyüşünde rehberin söylediği, fossaların yavrularına yaklaşırsak saldırabileceği, çok keskin diş ve pençeleri olduğu, 3-5 tanesi saldırırsa şansımızın olmadığı gibi şeyleri düşünüyorum her hışırtıda. 3 saat duracağım yerde 1 saat duruyorum o yüzden, dönüşe geçiyorum.
Fenerim önümü aydınlatır, arada kafamı kaldırıp, biraz daha yıldız kovalar halde yürüyorum. Kampa 500 metre falan kala dev bi ışık tutuyorlar gözüme. Feneri ışığın geldiği yere tutuyorum, kapatıp açıp sinyal veriyorum, tamamen kapatıyorum, bağırıyorum... Ne yapsam fayda etmiyor, güneş gibi ışığı gözümden ayırmıyorlar. Bi elimle ışığı kesmeye çalışır halde, küfürler ederek, kafamda varınca kavga çıkarma senaryolarıyla hızlı hızlı yürüyorum yolu yarı-kör halde. 50 metre kala hala kapatmıyorlar, delireceğim artık, işkence odası sanki. Diplerine geliyorum, tam bağıracağım, 2 tane kalaşnikofunu bana doğrultmuş asker görüyorum. "Burada kalıyorum. Şaapmanıza gerek yoktu ki ağabey…” kıvamında sinmiş sinmiş uzuyorum olay yerinden. Herkesin siyah ve çok fakir olduğu bi ülkede beyaz beyaz takılmanın pek de güvenli olmadığı bi kez daha vuruyor yüzüme. Parlak parlak ışıklar ve keleşlerle, bizi hayvanlardan diil, diğer siyahlardan koruyorlar. Edebimle yatakhaneye gidip, zıbarıyorum.
Sabah, kahvaltı etmeden, yine aynı grup ve rehberlerle yürüyüşe çıkıyoruz. Daha önce kavuşmuş olduğum indriler, lemur türleri vs… görmediğim, bilmediğim bişe çıkmıyor karşıma uzunca süre. Yürüyüşün bitmesine yakın, penise benzeyen çıkıntısı nedeniyle erkek baobab ismi verilmiş ağaçla tanışıyoruz. Çeşitli geyikler dönüyor heybetli dalga üzerinden. Az sonra ise yeniden bi aşık baobab görmenin şaşkın mutluluğunu yaşıyorum. Dünyada 10'dan az olduğu söylenen ağaçtan 2'sini görmüş oluyorum böylece. Yürüyüş bitiyor. Ben gruba teşekkür edip, aşık baobaba doğru geri yürüyorum. Dibine girip, hatıralık bişe kovalıyorum. Her gittiğim yerden taş toplarım, koca ormanda bi tane taş yok. Baobabın yaprağından da kalmamış. Sadece içi boşalmış meyvelerinden var yerde. Dibindeki toprağı kazıyorum biraz, şansıma, kırılmamış kuru bi meyve çıkıyor. Kırıp, içinden tek bi tohum alıyorum. Dünyanın başka yerinde büyümeyeceğini bile bile, aşık baobabın bi parçasını taşıma mutluluğuyla çantama atıyorum.
Geç kahvaltı ve öğle uykusundan sonra Mösyö Rodin'le dönüş yolculuğuna geçiyoruz. Yol sanki dünden daha bile beter, üstüm başım toz oluyor arabanın içinde. Kürekle çukurları dolduran gençlere bu defa banknot yerine içme suyu veriyor Mösyö Rodin. Geldiğimiz yolu geri dönüp, bazı yerlerde dura dura Baobab Bulvarı'na ulaşıyoruz. Gün doğumunda tek başıma takıldığım "bulvar", gün batımında mahşer yeri gibi olmuş. Bissürü insan, fotoğraf makinesi, toprak yolun kenarında tezgahlar, hatta minik bi çay bahçesi... Ben de aralarına karışıp, güzel ışıkta tekrar izliyorum bu güzelliği. Tezgahtan satın aldığım baobab meyvesini tadıyorum. Komik tipli bi meyve, kırınca içinden çıkan kocaman çekirdekler, aralarda kalmış bi avuç etli kısım. Etli kısım ekşi, erik gibi bi ekşi diil ama; üzüm pestili gibi bi ekşi. Bayıldığım şeylere içgüdüsel olarak daha çok bakmaya, sanki mümkünmüş gibi doymaya çalışıyorum her seferinde. Burada da öyle oluyor. Gittiğim hiçbir ülkeye 2. kez gitmedim bugüne kadar. Dünya çok güzel ve kocaman çünkü. Bazılarına tekrar gidebileceğimi biliyorum/seziyorum ama buraya geleceğimi pek sanmıyorum. Tam bi elveda yani benim için. Çay bahçesi benzeri mekandan 2 dal sigara, 1 tane de bira alıyorum. Bu muhteşem devleri daha bile muhteşem gösteren güneşin batışını içime çeke çeke, kana kana izliyorum.
Sigaralar bitiyor, bira her zamanki gibi ziyan oluyor. Güneş turuncudan kırmızıya, kırmızıdan mora dönüyor. Ve minicik bi adam, minicik arabasıyla beni devlerin ülkesinden insanların arasına geri götürüyor.
YORUMLAR