G’öl
Gözlerinde perdeler var,
bedeninde kabuklar.
Çek kendini önünden
ve dene yaşamayı.
Bir kadın yaşardı içimde, öldürdüm O’nu. Sevdiği gölün kıyısına götürdüm. “Hadi, yürü! Göle karış.” dedim. Direnmedi bana, biliyordu artık gitmesi gerektiğini. Üzerinde beyaz bir elbise vardı, belinin inceliğini ortaya çıkartmasından sebep güzel hissederdi kendini bu elbisenin içinde. Saçlarının arasına bir zeytin dalı iliştirmişti, zeytinin yaprakları saçlarının arasından görünüyordu. Ayaklarında yaprak yeşilinden bir çift topuklu ayakkabı vardı. Yere sağlam basardı bu ayakkabılarla, ayakkabıları dik tutardı belini, hoşlanırdı onlardan. O’nu büyüten bir gölün ninnisini dinliyordu kulakları. Göl, ninniyi söylerken O, durdu ve izledi gölün rüzgârla dalgalanışını. O’nun gölü izlerkenki gözlerini izledim. Bir vakit sonra sırtına elimi koydum, fısıldadım onun kulağına: “Hadi güzelim, ayakkabıların ayağında kalsın. Beyaz elbisen suya karışsın. Böylece yürü…” Kafasını çevirdi gözlerime baktı. Gözlerini ayırmadan, kaçırmadan, kırpmadan baktı. “Bir rüyada yaşamıyoruz güzelim. Ruhumuz dünyayı deneyimlemeye geldi. Sen yaşadıkça uykuya yenik düşüyoruz. Bak, bir oğul büyütüyoruz. İkimiz aynı anda yaşayamayız, sen bir göl kadınısın. İnsanlar toprakta yaşar, ayakları yere basar, oysa sen yüzmek istiyorsun. Sen bir gök kadınısın, sen uçmak istiyorsun ve beni de çekip götürüyorsun. Yeter güzelim, sen çok yaşadın, şimdi göle karış, göl ol. “
Ellerimle ittim sırtından. Beyaz etekleri uçuştu rüzgârda. Gölün suyu beline kadar geldiğinde güneş dağların arasında kayboluyordu. İzlendiğini biliyordu, yürümesi gerektiğini de biliyordu, yürümeye devam etti. Gün batımının kuşları hep birlikte uçuşa geçti. Bir grup martı gökyüzünde takla atarak geçti gölün üzerinden, birkaç kırlangıç da yasına yaslanmış izliyordu olanları. Saçları ıslandı; çenesi, dudakları, göz bebekleri… Güneş dünyayı terk ettiğinde gölün yüzeyinde bir tel tırkıya takılmış yeşil yapraklı bir zeytin dalı kaldı. İçimdeki kadınlardan biri, o gün göle karıştı. O’nu böyle öldürdüm o gün, bir gün batımında.
O günün ardından rüzgâr esmeye devam etti, ben kıyıda oturup sustum. Biraz susup soluklanayım, size birazdan O’nu anlatacağım. Dünyadan geçmiş tüm ruhların hikâyesi anlatılmayı hak eder. Onunki de.
Soluklandım, gün batalı çok oldu. Hatta gölün etrafı zifiri karanlık. Gölü izliyorum, boğazımda bir yumru kaldı, yutkunamıyorum. Pişman değilim. Göl onu benden daha iyi korur, ben de uyumlanırım dünyanın kendi türküsüne.
Sustum ve dinledim. Bu esnada gün ağarmaya başladı. Göl benimle konuşmaya…
“Yenildik güzelim, olur öyle.
Azar azar ölür içimizin parçaları.
Bazı parçalar ölmek, vedalaşmak isterken içimizde yaşatmaya çalışırız durmadan...
Ellerimizle tutarız içimizin ölülerini, halbuki toprağıyla buluştursak hafifleyecek omuzlarımız.
Yasını tutar, toprağını sular, ardından fatiha okur, çiçekler ekeriz. İçimizin ölüleri ferahlar ve doğacak olanlara izin vermiş oluruz.
Eller sıkı sıkı tutar,
eller özgürlüğüne kavuşturur.
Ellerimiz,
doğuran,
doyuran,
büyüten ellerimiz...
Gitmesi gerekenin kanatlanmasına izin ver.
Yaşaması gerekenin doğmasına izin ver.
Gideni de kalanı da,
doğuranı da doğanı da
şefkatle sar.
Tutma,
izin ver,
sen aradan çekil,
göl olsunlar.”
Boğazımdaki yumru, çiğnenmiş bir parça beyaz ekmek gibi bir öksürükle çıktı dudaklarımdan. Sabahın serinliği omuzlarımı ürpertti. Gözüm uzaklara daldı. Denizin içinden, uzaklardan bir kadın yürüyerek geliyordu bana doğru. Üzerine kırmızı bir elbise giymiş, kısacık saçları ıslanınca kıvır kıvır olmuştu. Yüzünde yorgun bir tebessüm vardı. Sudan çıkıp yanıma gelirken gözlerini gözlerimden ayırmadan sorular sormaya başladı:
“Yaşam nasıl uyanır?
Yaşamı uyandırmak için fısıldayacağın kelimelerin var mı?
Dünyaya tutkunun gözleriyle bakarsan
yaşamı ellerinle yeniden inşa edebilir misin?
Anlatırlar ki;
bin gece
binbir gece,
sabaha kadar
kelimeleriyle,
ruhuyla,
tutkularıyla,
bakışlarıyla
ve fısıltılarıyla
uyutmuş ölümü
uyandırmış yaşamı
Şehrin özgür kadını.” dedi ve arkasına bakmadan çekip gitti.
Ardından seslendim: “Seni duyuyorum Azize’m lakin çok yorgunum. Bir yaşamı yeni öldürdüm. Daha onun yasını tutmadan bir başkasını nasıl uyandırayım!” Bu esnada güneş gölün yüzeyinden yükselmeye başladı. Hava iyice aydınlandı. Ayaklandım, üzerimdeki kumları silkelerken oğlum çıkageldi. Gözleri ne güzel bakıyordu. Oğlumu kucakladım ve konuştum onunla:
“Gözlerin diyorum gözlerin
bir çiçeği koklar gibi
Yusuf'la kuyuda bekler gibi
kuyudan kereminle çıkar gibi.
Gözlerin diyorum
insanın hâlini bilen gözlerin,
kalbin içini gören gözlerin...
Ve ellerin diyorum...
Yürü oğul yürü,
gidelim buralardan
ellerimiz, gözlerimiz yeter bize
belleyelim yetsin.
Göçe güller seren düşlerimiz yeter,
dinleyelim yetsin.
Gülüşün diyorum...
Yürü oğul
suların
çağıldadığı diyarda
ninniler
çağırır bizi.”
İşte böyle sevgili okuyucu, size birazdan onu anlatacağımı söylemiştim lakin ne anlatacak kelimem ne de anlatmaya isteğim var. O, sevdiği bir gölde kendi huzurunda, bu yazı da olduğu hâliyle kendi dağınıklığında. Oğlum elimi tutmuş bizi evimize götürürken içimde Mevlânâ'nın sözleri dolanıyor:
“Şafağın sana söyleyecek sırları var,
uykuya geri dönme.
Gerçekten istediğin şeyi sormalısın,
uykuya geri dönme.
İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar girip çıkıyor.
Kapı dönüyor ve açılıyor,
sakın uykuya geri dönme.”
Senelerdir uykudaydım sevgili okuyucu. Uykudayken rüya görüyor insan, oysa yaşam yere sağlam basan ayaklar istiyor. Bir kadın yaşardı içimde, öldürdüm onu. Sevdiği gölün kıyısına götürdüm. Sonrasında olanları buraya yazdım. Ben yazdım, siz de okudunuz. Öyleyse çekelim kendimizi önümüzden ve deneyelim yaşamayı.
YORUMLAR