Güz
" ...hikâyesi yalın ve gerçekti."
Bu yazının kapsamlı bir ön hazırlığı oldu. Mutfaktaki abur cuburların paketlerini yarılamak, bir demlik çay demlemek, oğlumu uyutmak, içerinin temiz ve serin bir havayla dolması için pencereyi açmak... Oğlum yanımdaki yatakta uyuyor, üşümemesi için pencereyi kapatacağım. Ocaktaki çaydanlığı yazı masama getirip bardağı çaydanlığın yanında hazır edeceğim. Yazılarımda sembolik bir dil kullanmanın konfor alanından çıkıp bu yazıda açıklık ve şeffaflık içeren bir dil kullanacağım. Evet birazdan başlayacağım. Zor olan ilk paragrafı yazmaktır, devamı her zaman gelir; önce çaydanlığı getireyim.
Kayınvalidem kek pişirdi. Çayın yanında yesem mi? Yazının ikinci paragrafında ilerliyorum ya üzerime bir ağırlık çöktü. Oğlumun yanına kıvrılıp uyusam mı? Bazı masallar, bazı imgeler gün yüzüne çıkmaya başladığında ortama yabancılaşıyor ve uyuma isteği duyuyorum. Bu istek geldiğine göre doğru bir istikametteyim. "Mutfak dolabında ceviz kavanozu vardı. Getirsem de iri tanelilerini çayın yanına katık mı etsem? " "İç ses!" Tamam tamam başlıyorum.
"Önce ben'i sev ve iyileştir." Melike Yaşa'nın resimlediği tablonun adı buydu. Güz vaktiydi. Oğlumun doğumunun üzerinden ortalama bir buçuk sene geçmişti. Dünyaya yabancılaşma hissiyatım zirve yapmıştı. Anne olmak, eş olmak, evlat olmak, dost olmak, aile olmak, yuva kurmak kavramları birbirinin içine girmişti. Asrın felaketinin etkileri çarpıcı bir şekilde sürmeye devam ediyordu. Depremden sonra bir de çocuklar kaçırılmıştı. İstanbul depremi vurgusu herkesin ve her şeyin dilindeydi. Eski binadaki yüksek katlı evimizde korkudan uyuyamıyor, memleketimde yaşananların yasının ağırlığından omuzlarımı dikleştiremiyor, emzirmenin coşturduğu hormonlarımın etkisiyle varlığımı tek eline almış duygularımın içinde bedenimi örümcek ağı gibi sarmış suçluluk duygusundan bir türlü arınamıyordum. "Yetiştiğim ve yetişemediğim her şey benim suçum hatta dünyanın bir yerinde yaşanan herhangi bir savaşın dahi müsebbibi benim." Gerçekçi olmayan temel inancım buydu. Kendime sunamadığım yaşam enerjimle bir evladın bakımını üstlenmiş olmanın sorumluluğu altında eziliyordum. İç dünyamda uçsuz bucaksız bir çölün, susuzluktan çatlamış bir toprağın imgesini görüyordum. Bu imge cildime, göz bebeklerime, saçlarıma da tesir etmişti. Bir gün, yanında büyüdüğüm Ege Denizi'nin kıyısında otururken kendimle öz şiddetli bir konuşma yaptım. Konuşmanın son cümlesinde şunlar geçiyordu: "Annesin, emziriyorsun, iyileştir kendini, kendine bakım ver." Çocukluğumun geçtiği eve doğru yürüdüm. Evin banyosunda saçlarımı kısalttım. Kendimin yanında durmaya karar verdim.
O günlerde Melike Yaşa'nın sergisinde gördüğüm eserin etkisinde kalmıştım. "Önce ben'i sev ve iyileştir." İşte burada başlıyor dönüşüm hikâyem. Şimdi o bahsettiğim çorak toprak, türlü türlü nebatatın yaşam sürdüğü bir bahçe. Çünkü kendimi ellerimle büyüttüm, bahçeyi suladım, sevdim, bakım verdim. Bu aralıkta her bir kör noktayı başka bir imge ile ifade ettiğim yazılar yazdım. İnsanların kendilerini anlatı sanatı ile tanımalarını ve ifade etmelerini sağlayan eğitimler verdim. Dünyada yayılan savaşa dur demenin bir yolu olduğunu düşünerek içsel barış, sanat ve farkındalık atölyeleri düzenledim. "Dünya barışına giden yol iç dünyamızdan geçer." inancıyla kendim ve ilişkilendiğim tüm insanlar üzerinden insanı tanıma ve anlama gayretine girdim. Yardım istemeyi, destek almayı öğrendim. Ailem, eşim, yakınlarım ile sohbetlerim insana dair farkındalığımın günden güne artmasını sağladı. Masallar anlattım, masallar dinledim.
Sevgili yargıcım devreye girdiği için burada yazının seyrini değiştiriyorum. Mutfaktaki kekten bir dilim kestim, çayı ocağa koyup ısıttım, evin içinde yürüyüş yaptım, aynadan uzaklaştım -saçlarım darmadağın olmuş-tükettiğim paketli gıdaların şekeri başımı ağrıttı. Ağrıyı geçirmek için ağrı kesici içip kendimi uyuşturmayacağım. Kendimi uyuşturmayacağım.
Annelikle birlikte adım attığım coğrafyayı hiç tanımıyordum, etrafım yakınlarımla dolu olsa da kendimi yapayalnız hissediyordum. Açlık, kaybetmek, ölüm korkuları; senelerce güleç yüzümün ve sakin duruşumun ardında bekleyen baskılanmış öfkem, sevimli kız çocuğu olmanın güvenli alanından çıkmak isteyen genç kadın yanım, insanların yaşadığı birbirinden zor yaşantılara şahitliğimiz... Bu kaosun içinde dengeli ve huzurlu bir evlat büyütmek nasıl mümkün olabilir? Bu düğümlenmiş yumağın iplerini çözmeye ihtiyacım vardı. Haftada iki, üç defa buluştuğumuz terapistimin doğru noktalara tuttuğu mercekler yardımıyla bazen ipleri keserek, bazen düğümü çözerek iç içe geçmiş ipleri yoluna koydum. Artık bastığım zemini tanıyor, sağlam adımlar ile yürüyorum. Kendimi cesur, dengeli ve canlılık dolu görüyorum. Dünyaya doğmuş, vakti dolduğunda canı bedeninden ayrılmış her insan; insan olma deneyiminin parçalarını deneyimliyor. Her birimiz biricik olduğumuz kadar birbirimizin benzeriyiz. Sağlıklı ayrışmalar sayesinde kendi yaşamımızın sorumluluğunu alırken bir arada yaşayabilmeyi, kırlangıçlar gibi özgürce, yan yana ve barış içinde uçabilmeyi öğrenebiliriz. İç dünyamızdaki varlığımızı oluşturan parçalarımız ve ortak dünyamızdaki nefes alan gelmiş geçmiş tüm yaşayanlar ile.
Ömrümüzün de mevsimleri vardır. Misâl bu yazıya konuk olanlar bir güz mevsiminde yaşandı. Ömrümün güzünde zorlandığım yerler beni kendime kavuşturdu. Şimdi kollarımla kendimi sarıyorken şefkatle soruyorum kendime: Niye böyle geç kaldın güz'elim?
YORUMLAR