Sevmek için kodlanmışız!
İnsan gerçekten de 40’a yaklaştıkça yani yaş aldıkça kendini daha iyi gözlemliyormuş. Hatalarını daha net görüyor, bu hatalardan utanmıyor, kendini tanımak yolunda daha çok adım atıyormuş.
Misal bende tahammül giderek azalıyor her şeye – herkese karşı. Hele ki son birkaç aydır aldığım kararlara inanamıyorum. Bir de onları yazdığım bir defterim var. Açıp açıp okuyorum.Bazen “bak bu kez belki karar değiştiririm” diyorum, yok hayır. Öyle içten, öyle inanarak alınan kararlar ki artık eminim, 10 sene sonra da pişman olmayacağım.
Her ne kadar hoşlanmadığım, kötü elektrik aldığım insanlardan uzak dursam da, daha doğrusu uzak durduğumu zannetsem de bunu çok da iyi beceremediğimi fark ettim o defteri tutmaya başladığımdan beri.
Ne kadar kendimden emin olsam da bazen öyle bir atmosfer oluşuyor ki mutlaka birinin hatırı için öyle bir ana denk geliyorum, sonra da taşa çarpıyorum. Karşımdakini de çarptırıyorum. Araya giren kişiyi de zor duruma düşürüyorum.
Ki hayatımın bir kısmını da bir şey, biri yüzünden mecburiyetten görüşerek geçirmişim meğer. Ne yalan söyleyeyim “çok rahat hayır derim, çok güzel sınır çizerim” diyen biri olarak, bunu fark etmek çok koydu.
Artık ayıp olur baskısı mı, birinden hoşlanmamanın getirdiği vicdan azabı mı bilmem ancak diyorum ya, sınırlarımı net çizen biri olarak ben bile enerjimi boşa harcamışım onca zaman.
Hiçbir duygu tek taraflı değil. Ben birinden hoşlanmıyorsam o da bana boş değil sonuçta. Zoraki ortamlara girdiğimde havada bir söz uçarken kim gol atacak diye bekleniyor. Göz göze gelinemiyor. Bakışlar kaçıyor. Minimum muhatap olunuyor. O birkaç dakika bile arıza için yetiyor.
Mutlaka bir gerginlik yaşanıyor. En azından benim tarafta öyle. Söz konusu araya giren kişi Arkın ya da annem ise eğer, zaten sonrasında tutamıyorum kendimi. “Durum ortada, baskıya ne gerek var” diyerek dırdıra başlıyorum. “Tamam söz” diyorlar, ardından kısa süre sonra aynı senaryo tekrarlanıyor.
Duygularımı saklamayı beceremediğim için o anda nasıl gerildiysem bulunduğum ortama da fazlasıyla yansıtıyorum. Denemelerin devam etmesinin nedeni, sevmek için kodlanmış olmamız. Kimse sevmemeyi ya da sevilmemeyi kabul etmiyor sanırım.
“Aman kızım yapma bak, ayıp.”Ayıp da, neye göre, kime göre? Bana ayıp olmuyor mu zorlanmak?
“Ya Şebnem, dayan işte, ne yapalım aynı ortamdayız.”Beni bu ortama sokmayarak sen dayan o zaman…
“Bak ama o iyi bir insan, bir daha dene.” Ben ona “kötü” demedim ki. O da iyi, ben de. Beraber olamıyoruz işte bu kadar basit.
Allah aşkına söyler misiniz, büyük suçlular hariç tabii ki, hangimiz kötü insanız?
Hangimiz hayatımızı bir başkasını üzmeye adıyoruz?
Hangimiz tüm zamanımızı “hahaha işte şimdi onu bitireceğim” diye harcıyoruz?
Birinden hoşlanmamak bizi kötü yapmıyor ki! Ya da biz onu sevmiyoruz diye o kötü olmuyor.
Olmuyorsa olmuyor işte. Fakat öyle bir kodlanmışız ki işte, öyle işlenmiş ki beynimize herkese gülücük saçmak, kendimize kızıyoruz, suçu bünyede arıyoruz: “Herkes onunla iyiyken ben neden uzak duruyorum ki? Arıza bende mi acaba?” Bunu çok düşündüm. O mahalle baskısı nedeniyle hep kendimde aradım suçu. Sonra durdum. Eğer bu bir suçsa, tamam, kabul ediyorum o halde, suç bende. Yapamıyorum çünkü. Sevemiyorum.
Karşımdaki ne kadar iyi insan olursa olsun, o elektrik tutmadı mı, gerisi gelmiyor.
Bir de “ama sana şöyle davrandı, haksızlık yapıyorsun” cümlesi var insanın üzerindeki baskıyı artıran.
Düşünüyorsun.
Tamam, bana iyilik yaptı. Ben de onun kötülüğünü istemiyorum ki. Fakat içim almıyor işte. Zorlayamıyorum kendimi. Okuduğum bölümden nefret edip kendimi işe verdiğim için üniversiteyi 10 senede, evlendikten sonra bitirmişim. Zorunlulukların insanı değilim işte. Olsam, dört senede mezun olur bir de yüksek lisans patlatırdım üzerine.
İlişkiler de öyle işte. Zoraki sevemiyorum, kimsenin de beni zoraki sevmesini istemiyorum. Bana iyilik yapmış olabilir, ben de yaparım iyiliğimi, ancak uzaktan. Bir de o iyiliği ne düşünerek yaptı? Bir kere içim gerçekten derinden kırıldıysa ve durumu toparlayamıyorsam hata bende mi?
Göz göre göre, bile bile, hatta üzerine basa basa karşısındakini kıran insan, sonra da o kişiye iyilik yapıyorsa (ya da yapıyor görünüyorsa) kesin vardır başka beklentisi. Kalabalığın ortasında sokuyorsa lafını, sonra da iyi bir şeye imza atmaya çalışıyorsa, bunun ne kıymeti var?
En nefret ettiğim şeylerin başında zoraki ilişkiler geliyor. Diyorum ya. Bugüne kadar “yok canım ben öyle değilim” derken, bir de baktım gerilmeye başlamışım bazı insanların yanında.
Bir insanın iyi olması, onu sevmek zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor. Onun da beni sevmesini istemiyorum. Zaten herkes beni/bir insanı severse bu durumda bir arıza var demektir. Asıl o zaman şüphelenmek gerekmez mi?
Ah bir de hayatın her alanında “Aman herkesle aram iyi olsun, bir gün lazım olur”cular var ki, işte onlara tahammül edemiyorum. Belki işleri rast gidiyor, istediklerine sahip oluyorlar ancak “mecburen iyi geçinmek” onları nasıl yiyip bitiriyor, farkında değiller.
Bilemiyorum. Ya benim kenarlarım çok kesin, köşeler çok belirgin ve sorunum var ya da doğruyum. Sanırım hiçbir zaman da doğru hangisi, bundan emin olamayacağım.
YORUMLAR