Prensesi olmayan masal
Üç yıl önce aşçılık eğitimi almaya karar verdiğimde başlamıştı hayatımın o zamana kadar olan kısmını nasıl bir kalemde silip atmaya cesaret edebilmiş olduğum soruları. Bir buçuk yıl önce de ani bir kararla hayatımı şehirden bir kıyı kasabasına taşımamlaysa zirveye ulaştı. Bir istatistik tutsam, ortalama haftada bir kere benzer sorulara, aynı cevapları tekrarladığım gibi bir sonuç çıkarabilirim sanırım. Sorular hep aynı. Çoğunlukla nasıl cesaret edebildiğim üzerine. Benim cevaplarım da hep aynı, hikayem tek.
Lakin itiraf etmek gerekirse kimsenin benim hikayemi merak ettiği falan yok. Ve aslında benim hikayemin bir önemi de yok. Soruları yöneltenlerin hepsi kendi hayatlarını değiştirebilmek için delice bir istek içinde olduklarından birinin onlara “yapabilirsin” dediğini duymak istiyorlar sadece. İşte bu noktada tek bir insanın birebir olarak bir olayda neler yaşadığının, ne kararlar aldığının, hangi yollardan geçtiğinin önemi kalmıyor çünkü herkesin hayat koşulları, cebindeki parası, sorumlulukları, yapıp yapamayacakları kendine. Kimileri bu diyeceğime kızabilir ama benden bu konuda “ilham” almaya çalışan çoğu kişinin yüzünde ya da sorularının arka penceresinde hissettiğim duygu şu: mutlu olacağımın garantisini verebilir misin?
Böyle bir sorunun altında kim olsa ezilir. Gözlerdeki duygu, çoğunun bir masal dinlemek istediği aslında. “En sonunda şehirden bir Ege kasabasına göç etti ve doğayla iç içe sonsuza dek mutlu yaşadı. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…” Bu sonu da duyduğu anda o masalın bir parçası olmak istediğine daha çok emin olacak, motivasyonu daha da kuvvetlenecek.
Nasıl siyasetteki motivasyonumuz da bir kurtarıcı aramak üzerineyse hep, kendi hayatlarımız için de bunu istiyoruz: bir kurtarıcı. Biri öyle bir şey söylesin ki kurtarıcı çözümü sunsun, yapalım ve ondan sonra sonsuza dek mutlu yaşayalım. Tüm sorunların çözümünü içeren bir hap olsa, yutsak ve bir anda pespembe bir dünyaya uyansak…
Halbuki yanlış soruyla başlanan bir hikayenin devamında da doğru cevaplar gelmiyor pek. Asıl soru, bir insanın gerçekte nasıl bir hayat sürmek istediği üzerine olmalı ama bunu kendi içinde tüm samimiyetiyle cevaplamalı. Değil yaşantısını değiştirmek gibi büyük bir kararı almada, gideceği tatil yerini seçmede bile ne istediğini bilmeden hareket eden onlarca insanla karşılaşıyorum sürekli. Datça’ya bir Bodrum ya da Çeşme olması hayaliyle gelenler görüyorum misal. Ne kendinden, ne attığı adımdan, ne tercihlerinden haberdar… Tam da bu yüzden mutsuzluk ve mutluluk anlayışları da karman çorman…
Bir insan, ona dayatılan değil de kendi seçtiği bir yaşamın içinde yaşıyorsa gelen mutsuzlukları göğüsleyebilme kapasitesi bile yüksek oluyor kanımca. Zaten zor olan kendi seçtiğin hayatı yaşayabilmekte; herkese sunulan o hayat şablonun dışına çıkabilmekte… Farklı olmak için değil, artısıyla eksisiyle sadece kendi tercihlerini yaşayabilmek için. Doğuyoruz; okula gidiyoruz; okul hayatı bitince iş; erkeklerde askerlik; eh artık işe de girdiysen evlilik vaktin gelmiş demektir; karşına çıkan uygun ilk insanla evlenmeli o zaman; ikinci yıldan itibaren çocuk düşünmenin vaktidir; ilki oldu mu üç dört yıl sonra bir ikincisi belki; sonra emeklilik, bulmacalar, hep ertelenen gezme planları…
Kötü mü peki tüm bunlar? Hayır! Bir insan toplum ona bunu dayattığı için değil de, gerçekten istediği, tercih ettiği için doya doya yaşıyorsa bu süreçleri ne mutlu ona! Ne istediğinin farkında olarak yeni tercihler yapmaktan, denemekten, geleceğin bilinmezliklerinden bu kadar korkmamak… Ne demişti Murathan Mungan “Şairin Romanı”nda:
“İnsanlar eskinden kaybolmaktan bu kadar korkmazlardı. Kaybolmanın, insanı zenginleştiren serüvenlerine olanak tanırlardı; yazık, bazı şeyleri kaybolmadan öğrenemez ki insan!”
YORUMLAR