Aysel Gürel ölmedi, rengimizde yaşıyor!
Eski Datça’da çok sevdiğim bir hediyelik eşya dükkanı var. Adı “Marifetli Eller”. Bana ellerini söyle, sana marifetini söyleyeyim der gibi. Taş duvarların arasında elleri bin bir marifetle çalışan kadınlar ya örüyor, ya işliyor, ya yapıştırıyor, ya diziyor. Maviye boyalı ahşap pencerelerine ve yine mavinin en sevdiğim tonunda, begonvil gölgesindeki kapılarına astıkları rengarenk hediyelik eşyaları gördükçe Aysel Gürel olmaktan kaçınamayacağım bir dünya olduğunu düşünüyorum. Biri bana dur demezse rengine vurulduğum her şeyi üstüme başıma iliştirip dolaşma potansiyeline sahibim. İçimdeki “Aysel Gürel ölmedi, rengimizde yaşıyor!” sloganları da cabası.
Emeğin her türlüsü başımız üstüne ama el emeğinin kalbimdeki yeri başka. Uzun bir süredir ellerimi kullanabileceğim yeni bir sanat öğrenme isteğimin izinden yürüyüp birkaç hafta önce kendimi bir seramik atölyesinde bulunca, hayatımda belki yüzüncü kez teyit edildi ki, eller değeri paha biçilemeyecek bir hazine. Neler gizlediklerini biraz kulak verip, onları oynayabilecekleri birkaç malzemeyle baş başa bırakmadan anlamak mümkün değil. Sanki bedenden ve iradeden ayrıymışçasına yarattıklarının çeşitliliğine hayret edebiliyor insan.
Dört yıl evvel aşçılık eğitimi alıp ellerimi ilk kez o kadar faal olarak bir işte kullanmaya başladığımda anlamıştım aslında başlı başına bir irade olduklarını. Yeteneğini keşfetmeniz için sizi bekleyen bir çocuk gibi, dikkat kesilmeniz, gözlemlemeniz, denemeler yapmasına müsaade etmeniz gerektiğini. Ve daha evvel hiç gerçekten “işe yaramadıkları” için hırpalanmayan, yorulmayan, emek harcamayan ellerim, ilk kez aşçılık süreciyle birlikte şekil değiştirmeye başlamıştı. Kesikler, yanık izleri, hem şekil hem koku değiştiren eller, ellerim… Uzunca bir süre makarna tezgahında çalışıp her gün kilolarca undan, onlarca yumurta ve zeytinyağından makarna yoğurduktan sonra hamur; balık tezgahında karidesler, kalamarlar, yengeçlerle haşır neşir olunca da yosun kokan ellerim…
Garip gelebilir ama ellerimin yıprandığını görmek hoşuma giderdi. Hala da gider. Çünkü o yıpranmaların, yara izlerinin bana söylediği şey, ellerimin işliyor oluşudur. Herşeyin dili yoktur konuşmak için. Elin zanaatının konuşma şekli de yarattıklarından ve taşıdığı izlerden geçer. Şimdi seramik atölyesinde ellerimi çamura şekil vermeye çalışırken görmek, içimde daha evvel sesini çıkarmayan hazların gürültülü çığlıklarına sebep oluyor. Bunu sadece kendi ellerimi izlerken değil, başkalarınınkileri izlerken de hissediyorum. Ellerim ilk kez bir zanaata bulaşmıyor olmasına rağmen daha evvel tanışmadığı bir yaratım sürecinde olmanın coşkusunda.
Yukarıda bahsettiğim “Marifetli Eller” dükkanına girdiğimde hissettiğim de bu. Hem üretiyor, hem de üretirken dünyayı renklendiriyorlar. Tahta pencerelerini boyadıkları renk aynı deniz mavisi, kapı süsünün işlemeleri doğan güneş turuncusu, yazmaların kenarlarında portakal çiçekleri, çantaların üzeri papatya sarısı… Eski Datça’da bir sokak var, merdivenlerden çıkıp aşağı baktığımda gördüğüm manzara öyle güçlü bir yeşil ki “bahar dünyaya bu sokaktan yayılmış olabilir” diyorum. Kadınların ellerinden dökülen işlerin renkliliğine baktıkça da “acaba renkler de dünyaya buradan yayılmış olabilir mi?” demekten kendimi alamıyorum.
Halikarnas Balıkçısı “sevmek insanoğluna en yakışan şey” diyor. Ben buna bir de rengi ekliyorum. İşte o yüzden bir kere daha “Aysel Gürel ölmedi, rengimizde yaşıyor!”
YORUMLAR