Yaşasın çağdışılık!
Çok iyi bir roman bazen hayatın önüne geçiyor. Edebiyatın gücüyle yüzleştiğin o anlar müthiş bir haz. Sık yakalanan, her üç beş kitapta bir karşına çıkan bir durum da değil bu ama denk geldiğinde yaşadığın çarpılma müthiş.
İstanbul İstanbul, Burhan Sönmez’in 2015’te basılmış, bugün itibarıyla son romanı. Son beş günümü kitapla yapışık geçirdim ve halihazırda bitmiş olmasına rağmen bir türlü rafa kaldıramadım. Karakterlerin, hikayelerin, cümlelerin arasında dönüp dolaşmaya devam ediyorum.
Yeri geliyor masamıza konuk oluyorlar hatta. Anason kokulu bir sofranın iki ucunda, romanı en az ben kadar sevmiş, üstelik yazarı da yakinen tanıyan bir arkadaşımla kitaptaki hangi karakter olduğumuzu tartışıyoruz. İkimizin de tereddütsüz, şıp diye fikir birliğinde olduğumuz şey, benim Doktor oluşum. İnsanların yaralarına böylesine elini koymaya meraklı olsa da kendi söküğünü dikemeyen hallerim mi; her hikayeye bir deli, bir kötü, bir aklı başında çeşitlemesinde payıma düşenin hep sonuncudan yana olmasından mı? Hepsi ve daha fazlası muhtemelen.
Sevdiklerinle aranda olabilecek en güzel ortaklıklar bunlar. Kitaplar, filmler, mekanlar, sofralar… Hep hikayesi olan şeyler üzerinden bir dostluk inşa ediyorsun. İşte bu da, bir yazarın romanıyla ilgili tahayyül edemeyeceği bir yolculuk. Hangi insanda, hangi sofrada, hangi yolda ne tür izler bırakarak ilerleyecek hikayesi, kimbilir? Sırf bundan bile ne şahane bir roman çıkar üstelik.
“Hastalar yaralarına dokunulmasından çekinirdi” diyor ‘bendeniz’ Doktor. “Meslek yaşamımın ilk yıllarında tuhaf bulduğum bu tepkiyi anlamaya çalışırken, yalnızca hastaların değil sıradan İstanbulluların da dokunulmaktan kaçındığını fark etmiştim. Eskiden veba ya da kolera gibi bulaşıcı hastalıklar varken insanlar birbirlerinin bedenlerine yine de yakınlık duyardı. Çağ değişti, şimdi bulaşıcı hastalıkların yerini kanser, şeker, kalp gibi herkesin kendi başına yaşadığı hastalıklar alırken, insanlar kabuklarına çekiliyor, temassız bir yaşam sürüyorlardı… Yabancıların değil dostların bile birbirlerinin bedenlerinden kaçındığı bir zamanda, muayenehaneme gelenlerin kendilerini kafese girmiş kedi gibi hissettiğini fark ederdim. Yalnızca hastalığın kaygısıyla açıklanamayacak bir tedirginlikti. İstanbul’un veba salgınıyla değil ancak bir dokunma salgını baş gösterirse boşalacağını, dokunma paniğine kapılan halkın kaçacak yer arayacağını düşünürdüm.”
Çağa dair daha onlarcasını yaptığı bu tespit,söz değil bir ayna gibi duruyor insanlığın avucunda. Bir köyün, kasabanın topyekûn hasta oluşu karşısında bugün hastalıklarımızın bile bir başınalığımızı göstermesi…Kalabalıklaştıkça büyüyen bir yalnızlık bu üstelik. Soğuk, buz gibi, ürkütücü bir yalnızlık…
Neyse ki sarılmaların güzelliğini hatırlatan insanlar hala var. Kendilerini, temassız yaşayan buz gibi bu kalabalığın içinde nasıl koruduklarına bazen hayret ediyor insan. Müziğiyle sarılıyor, sesiyle sarılıyor, sözüyle sarılıyor, masallarıyla sarılıyor, bir fincan kahvesiyle sarılıyor… Gün gelip kollarıyla sarıldığında bütün soğuklukları eriteceğinden emin olduğun kadar gerçek sarılıyor. Yaşasın “çağdışılık”!
YORUMLAR