Talan… Bu coğrafyanın kanseri

Bir elimde kazma, diğerinde kürek. Yine bahçeye kimbilir kaçıncı sardunyayı ekmekten geliyorum. Güllerin de hakkını yemeyeyim. Bu sene en çok onlara meftunum, bir de kocaman bir yumak olmuş, her güzelden rol çalan pembe papatyalarıma.


Ceplerimde limonlar. Az sonra mutfağa girip şöyle en mayhoşundan bir limonata hazırlayacağım. Ellerim limon kokarken sıkıntı veren şeyler bile hayatta önem sırasını kaybediyor.


Bahar bu sene son yılların en ihtişamlı gösterisinde. Narenciye ağaçlarının muhteşem çiçeklerine, usul usul esen rüzgar en güzelinden el veriyor. Son birkaç yılda sert nisan rüzgarlarıyla çiçeklerini çok erken döken portakala, mandaline içimin ne kadar gittiği dün gibi aklımda. Bu seneyse rüzgar son derece kibar davranıyor bu narin güzelliklere.


Beş yıldır kendi yaşadığım sahil kasabasından ezberim, tüm kıyı kasabaları bu aylarda yaza hazırlık telaşında. Masalar, sandalyeler boyanıyor, sabun ve temizlik kokuları her yerde, toprak ve saksılar yeni yeni çiçeklerle buluşuyor, açılan pencere ve kapılarda uçuş uçuş perdeler… Baharla birlikte insanı mutlu kılan olağanüstü bir güzellik!


Peki her şey hep mi bu kadar güzel? Evet demeyi o kadar çok isterdim ki! Güzel olan şeylerin çoğunda hep doğadan bahsederken çirkin olanlardaysa tabi ki başrolde yine sadece insan var.


Talan-inşaat, inşaat-talan…


Güneyi kuzeyi, doğusu batısıyla bu ülkenin en büyük belası, dağı taşı betona boğmak için gözü dönmüş bir hırsla saldıran insanıdır. Ne güzellik tanıyorlar, ne hak, ne hukuk, ne vicdan…


Dağ taş eritilerek korkunç bir çirkinlikte binalar dikiliyor. Kıyıların, şehirlerin yüz karası korkunç çirkinlikteki inşaatlar, yapılmak istenenin ifadesi gibi sanki. Yok ettikleri ne varsa yerine diktikleri mezar taşı gibi binalar oluyor ancak. Üstelik neresi olduğunun o kadar önemi yok ki! Ülkede güzellik olan herhangi bir yeri bu cümlelerin öznesi yapabiliriz. Ne yazık ki talan, bu toprakların kanseri.


Bu berbat düzenin dışında, kendi ufak dünyamda ağaçlar, çiçekler, deniz, hayvanlar, sevdiğim insanlar son derece huzurluyken düzene dahil olmam gereken zamanların hepsinde eskisinden daha beter çileden çıkıyorum. Bundan beş yıl önce İstanbul gibi her gün içinden hortum geçen bir şehirde yaşarken bile şimdi olduğu kadar tahammülsüz değildim bu düzene. Bunun sebebini çokça sorgular oldum bu günlerde. Bulabildiğim tek cevapsa şu: bu vahşi düzenin dışında var olmanın mümkünlüğünü ve yeni yeni şahit olduğun bir dolu güzelliği fark ettikçe artık kötü olana tahammülün kalmıyor, sineye çekmek için bir sebebin de, mecburiyetin de olmadığını kavramış oluyorsun. Yaşadığı köyden ötesini görmemiş bir insanın, tüm yaşamın o köyde olanlardan ibaret olduğunu sanması gibi.


Doğa kendi döngüsünde baharı, yazı, sonbaharı, kışı yaşarken insanoğlunun sınavı mevsimin hep en beterinden ibaret ve bu beterin doğada bir karşılığı yok. Bıkıp usanmadan iyi ve güzel olanı gösterme çabasıysa en büyük sabır sınavımız. Abbas Kiarostami’nin dediği gibi “Bu kadar sorunlu bir dünyada size doğanın fotoğraflarını gösterdiğim için hiç pişman değilim.”

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.