Yer arama maceralarımız başlıyor!…
1994 yılı sezon sonu Antalya’ya yaptığımız bir yolculuk sırasında Milli Eğitim Bakanlığı’nın kitabevinde gezerken, raflarda bir kitapla karşılaşıyoruz: “Akdeniz Bölgesi”, yazarı Hüseyin Saraçoğlu, Öğretmen Kitapları Dizisi’nden yayınlanmış, yayın yılı da 1989. Siyah beyaz baskılı, bol fotoğraflı. Hemen alıyoruz, eve döner dönmez de başlıyoruz okumaya. İnanılmaz bir kitap! Yüzey şekillerinden iklime, toprak yapısından bitki örtüsüne, yaylalardan sahil yörelerine kadar her şey var. O kadar detaylı anlatılmış ki, hangi yaylanın otu bol, hangi köyün balı meşhur, nereye çok yağmur yağar, hangi ova verimlidir, akla gelecek her sorunun cevabı mevcut. Bahardaki Kırk İkindi yağmurlarını, Söğle peynirini, Ağrıma yaylasını ve daha pek çok şeyi böyle böyle öğreniyoruz. Alıyor bizi bir merak, neredeyse her gün düzenli okuyoruz, bir taraftan da önemli gördüğümüz yerlerin altını kırmızı kalemle işaretliyoruz.
***
1995 yılının bahar ayları, pansiyonda beş yıllık kira süremizin iki yılını geçirmiş durumdayız. Yabancıların dört ayrı rehber kitabında çıkmışız, Çıralı’da tavsiye edilen yerler arasındayız, yavaş yavaş tanınmaya başlıyoruz, ağırlıklı olarak hemen her ülkeden yabancı turistler geliyor. Yerli konuklarımız da çoğunlukla İstanbul’dan.
Artık aracımız da var ya, yer aramaya başlayabiliriz. Evet ama nereden başlayacağız?... “Akdeniz Bölgesi” imdadımıza yetişiyor.
Haritalar açılıyor, masaya seriliyor, not edilen yerlere tek tek bakılıyor. Acaba buralarda gündoğumu ve günbatımı izlenebiliyor mudur? O kadar dağlık bir coğrafya ki, böyle bir yer bulmak çok lüks bişey gibi görünüyor ama olsun, umudumuzu koruyoruz. Çıralı’da gündoğumunu görebiliyoruz fakat güneş batmıyor, dağların ardında kayboluyor. İstanbul’da alıştığımız akşamüstü kızıllığının insanın içine hüzünle karışık yaşama sevinci dolduran ruh halinden eser yok burada. Sanki eksik kalıyoruz. Evet evet, günbatımını görelim biz en iyisi.
Haritaya bakmak, Kumluca’daki Gelidonya Feneri’nden itibaren günbatımını görebileceğimiz yerleri aşağı yukarı belirliyor. Gözümüz yukarılarda olduğundan başlıyoruz öncelikle Kaş-Kalkan yaylalarını gezmeye. Bezirgân yaylasını bir arkadaşımızdan duymuştuk, çok güzelmiş, oraya da bir gidelim, görelim bari.
Gideceğimiz yerler 3-4 saatlik bir yolculuk gerektirdiğinden sabahın dördünde kalkıp beşinde yola koyuluyoruz ki bütün gün bize kalsın. Ne de güzel yapıyoruz. Geceden kalma yıldızlar, parlak lacivertten maviye dönen gökyüzünde yok oluyor; güneşin sabah neşesi denizi ve dağları pespembe boyadığında ise gözümüz yol kenarındaki nefis makiliklerde. Ağaç sütleğenler, kapariler kayalıklardan sarkıyor, bir keçiboynuzları geçiyor görüntüden, bir şahane siluetiyle meşe ağaçları…Yalnızlık hissi umuda karışıyor, heyecandan nereye bakacağımızı şaşırıyoruz.
Her gittiğimiz yerde önce köy kahvesine uğramak çok iyi oluyor, biz yer aradığımızı söyleyince “benim de yerim var, oraya da bakın” diyen bir amca çıkıyor mutlaka. Ne güzel insanlarla karşılaşıyoruz. Önce yerlerini geziyoruz, sonra bizi evlerine davet ediyorlar, yemeğe oturuyoruz birlikte; çay, kahve derken akşamüstü oluveriyor.
Her yer çok güzel, nefis deniz manzaralı tepelerden, boylu boyunca uzanan buğday tarlalarının etrafında ulu ağaçlarla çevrili arazilere, her bir yer içimizi açıyor. Ama maalesef baktığımız pek çok yerde suyun azlığı büyük sorun, araziler ya ulaşması çok zor, ya da çok yüksekte olduğundan Akdeniz iklimini kaybediyoruz. Turunçgilleri ve zeytini kaybetmek istemiyoruz oysa.
Eve dönme vakti. Güneş bu kez dönüş yolundaki ağaçları, dağları ve denizi altın rengine boyarken akşamı ediyor, evimize varıyoruz. Bakalım bir dahaki sefer nereye olacak?
YORUMLAR